Hazret-i İsa’nın dini, zamanın zâlim hükümdarlarının zulmü ve işkencesinden ötürü mazlum halk arasında içten içe yayılmağa başlamıştı. Hazret-i Meryem Efes şehri tepesinde bülbül dağındaki inzivâgâhına çekildiği zaman Efes Şehri halkından da kimi kimseler bu dine girmişler, gizli ibadetlere başlamışlardı.
Efes Şehri halkının çoğunluğu ise eski sanemlerine (taş heykel putlara) tapmaktaydılar. Yılın şenlik aylan gelince Efes’ten çıkıyorlar, taş ilâhlara veya Tanrıçalara tapıyorlar, onlardan medet umuyorlardı.
Efes’teki halkın arasında da gizlice bu şehrin gençleri arasında Hak dini yayılmaya başlamıştı. Bunlar Rabb-i Teâlâ’yı tek Allah tanıyorlar, Puta tapanlardan nefret ediyorlardı. O dolayların puta tapıcı hükümdarı, bu yeni bir dine yönelen kişilerin hallerinden haber aldı. Onları yakalayıp cezalandırmak istedi.
Cenâb-ı Allah’ın:
«Harad O Allah’a mahsustur ki, kulu Muhammed’e indirdi ve hiçbir değişiklik yapmadı.» (Kehf sûresi, âyet: 1) diye buyurduğu Kuran-ı Kerim’inde bu yeni müminlerin kıssası şöyle anlatılmıştır:
«Yoksa sen (Ey Muhammed) uzun bir vakit uykuda kalmış olan Mağara (Kehf) ve Rakım ashabının hallerini âyetlerimizin arasında şaşılacak bir şey mi sanmaktasın?..» (Kehf sûresi, âyet: 9)
«Bir zaman delikanlı yiğitler Mağaraya sığınmışlar ve şöyle demişlerdi: Ey Rabbimiz! Bize senin yönünden bir Rahmet ver. Ve işlerimizden büyük bir başarı nasip et.» (Kehf sûresi, âyet: 10)
Gençlerin bu yakarışları üzerine bu puta tapan halklarının arasından uzaklaşmaya ve dağda bir mağarada gizlenmeye karar verdiler. Cenab-ı Allah o gençlerin yaptıkları hakkında şunu bildirmektedir:
«Şimdi onların kıssalarını en doğru olarak anlayalım: Gerçek ki onlar Rablerine iman eden birkaç delikanlıydı. Biz de onların doğru yolda gidişlerini çoğaltmıştık.» (Kehf sûresi, âyet: 13)
Bu gençler zâlim hükümdara karşı isyan halindeydiler. Allahü Teâlâ’yı tek tanıyorlardı. Kavimlerinin Tanrı veya Tanrıça dedikleri heykel putlara tapınmayı ibadet saymıyorlardı. Ve şöyle diyorlardı:
«Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi’dir!» (Kehf sûresi, âyet: 14) Sonra o zalim krala şu haberi gönderdiler:
«Biz Rabbimizden başka bir ilâh tanımıyoruz. Eğer O’ndan başka bir ilâh vardır dersek gerçektir ki saçmasapan sözler söylemiş oluruz. Şu bizim kavmimiz, Allah’tan başka ilâhlar peyda ettiler. O ilâhları kabul edindiler. Onlara tapınmanın gerekli olduğu hakkında açık bir nişan, bir belge de getiremediler ya! (Kehf sûresi, âyet: 14-15)
Ve Cenab-ı Hak soruyordu:
«Artık Allah’a karşı yalan uydurup iftira edenlerden daha zâlim kim olabilir?» (Kehf sûresi, âyet: 15)
Cenab-ı Hak, hem bu soruyu soruyor, hem de o gibi zalim, yalancı, iftiracıların kalplerini bağlıyordu.
Gençlerden birisi şöyle dedi:
«Siz işte onlardan, ALLAH’ımızdan başka onların taptıkları putlardan (Tanrı ve Tanrıça saydıkları heykellerden) ayrılıp uzaklaştınız. O halde bir dağın inine, bir mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size Rahmetinden ferahlık versin. İşinizde de size kolaylıklar, Rıfk ve Mülâyemet ihsan buyursun!» (Kehf sûresi, âyet: 16)
Genç imancılar, en sonunda dağa vardılar. Bir mağara, kendilerini zalim gözlerden saklayacak bir dağ ini buldular. Dağda buldukları yemişlerden yediler, yerden fışkıran bir pınardan sular içtiler. Sonra onları derin bir uyku sardı, öyle bir uyku ki günlerce, gecelerce sürüp gidiyordu.
Eğer onları bir gören olsaydı güneş doğduğu zaman kendilerinin mağaranın sağma ve batarken de soluna döndüklerine şahit olurdu.
Onlar da bu söylenileni yaptılar. Bir rivayete göre üç, bir rivayete göre beş bir rivayete göre yedi Genç Mü’min, arkalarında bir köpek olduğu halde dağın yolunu tuttular. Köpek onlara, bekçilik yapacaktı.
Bu mağara müminleri o in gibi yerin geniş bir alanında yer almışlardı. Bu, Allahü Teâlâ’nın mucize’siydi. Allah, her kimi doğru yola iletirse o kişi doğru yola ermiş demektir. Yine Hak Teâlâ her kimi eğri yola saptırır, hidayet yolundan uzaklaştırırsa artık o kişiye doğru yolu gösterecek kılavuz bulunamaz.
Onları görenler belki o mağara ashabını uyanık sanırdı. Oysa onlar derin bir uykudaydılar. Hak Teâlâ bazen sağa, bazen de sola döndürüyordu. Köpekçik ise mağaranın eşiğinde kolunu, ayağını uzatmış bir halde yatıp duruyordu.
İnsan, eğer onların bu canlı, fakat uyur durumlarını görse, yüreği heybetle sarsan bu durumlarından korkar, ürkerdi. Belki de geri dönüp kaçardı.
Cenab-ı Hak bu konuda şunu buyurmaktadır:
— «Biz onları nasıl uyutmuşsak, biribirlerine sorguda bulunmaları için öylece uyandırdık. İçlerinden söz alan birisi şöyle dedi:
— Ne kadar zaman kaldınız siz burada?
Kimisi: — «Bir gün! veya bir günün bir bölümü kadar uyuduk!» diye cevap verdi.
— Burada ne kadar vakit geçirdiğimizi ancak Rabbimiz daha iyibilir. Ama, şimdi birimiz bu gümüş akçe ile şehre gitsin. O arkadaş baksın, hangi yiyecek daha temizse (daha ucuz, daha helâl ise) ondan alsın. Bize rızık getirsin!.. Ama çok kurnaz davransız. Bizim varlığımızı kimseler bilmesin, anlamasın! dedi.
— Neden diye sorarsanız, sebebi şudur: O şehrin halkı, sizi ellerine hele bir geçirsinler, inanınız ki hepinizi taşla öldürürler. Veya zorla kendi dinlerine döndürürler. İş böyle olunca onların elinden hiç bir zaman kurtuluş yoktur.» (Kehf sûresi, âyet: 19-20)
Oradaki insanlar da o Mağara ashabından haberdar olacaklardı? Allahü Teâlâ bunun nedenini şu âyet-i kerîme ile bildirmektedir:^)
«Böylece, onların hallerinden insanları haberli ettik ki, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu bilsinler! Nitekim o sırada şehir halkı söyleşip duruyorlardı. Kâfirler: — “Onların üstüne bir bina (çan yeri) yapın!” diyorlardı. Oysa Rableri onların halini daha iyi bilendir. Müminler de: “Biz, mutlaka onların yanlarında bir mescit yapacağız”!» dediler. (Kehf sûresi, âyet: 21)
Bu Ashab-ı Kehf (Mağaralı Ashap) bu yerde tam üç yüz yıl kaldılar. Ya sonra ne oldu. Onların ne olduğunu Kur’an-ı Kerîm şöyle bildiriyor:
«(Ey Muhammed!) De ki: “Allah ne kadar kaldıklarını daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını bilen yalnız ALLAH’tır. Bu, O’na mahsustur. O, ne güzel gören ve ne güzel işiten’dir. Bütün gökler ve yer uyartılanlarına O’ndan başka bir veli, sahip yoktur. O, hiçbir kimseyi hükmüne ortak yapmaz.» (Kehf sûresi, âyet: 26)
Neden iman edenler bu mağara arasına mescit yapmak istemişlerdi. Şimdi bu kıssanın, bu hikâyenin sonucunu öğrenelim:
İçlerinden biri yanma aldığı üçyüz yıllık bakır akçeyi alınca Efes (ya da Tarsus) çarşısına gelmişti. Şehirde büyük bir değişim olduğunu şaşkınlık içinde gördü. Eski evler yoktu. Yakılmış, yıkılmış, yerler onarılmıştı. Hiç bir tanık kimseyi, hiçbir âşinâ yüzü göremedi. Şehir gibi adamlar da değişmişti. Şaşkın genç bu hallerden daha da çok şaşırdı. İnsanlar da onu görünce şaşırmışlardı. Delikanlının ona şimdi kimliğini soruyorlardı.
— Sen bu memleketin yabancısına benziyorsun, gurbetten mi geliyorsun?
— İstediğin, dilediğin şey nedir?
— Gördüğün şeyler seni neden şaşkına döndürdü? Genç de onlara şu cevabı vermişti:
— Ben gurbetten gelen bir kişi değilim. Yalnız arkadaşlarımla birlikte karnımız çok acıktı. Yiyecek, içecek satın almak istiyorum! Bir satış yeri göremiyorum. Neden acaba?
Şehrin gençlerinden biri de onun elinden yakaladı:
— Gel benimle! dedi. Seni öyle bir yere götüreyim.
Pazar yerine gittiler. Mağaralı genç ekmek seçti. Kesesinden madenî akçeyi çıkardı, satıcıya uzattı. Adam bakır paraya baktı, baktı… Bu para kendi zamanlarındaki paraya hiç benzemiyordu, paranın, tarihini okudu. Bu akçe 300 yıl öncesinin bir parasıydı.
300 yıl önceki para mı? Mağaralı genç kendisinin bir define hırsızı sanılmasından korktu. Oradan uzaklaşmak istedi. Şehir gençleri de onun ardına düştüler. Bunlardan biri:
— Anlaşılıyor ki senin korkun 300 yıl önceki zâlim bir hükümdar. Hükümdarımız o zamanın hükümdarlarından değildir. İmana gelmiştir. Sen korkma! Ekmek aldığın o arkadaşların nerededir? diye sordu. Genç de kendi kendisine:
— Demek ki uykumuz ne kadar uzun sürmüş! diye düşündü. Yanındaki gençlere:
— Beni âzad edin. Mağarada bulunan arkadaşlarımın yanma gideyim! Onlara da sizden haber vereyim! Onlar kim bilir şimdi ne kadar acıkmışlardır! dedi.
Bu haber dalga dalga yayılarak sarayını putlardan arındıran yeni hükümdara kadar geldi. Hemen onların mağarasını öğrendi. Onların yanına koştu. Kendilerini gördü. Hiç de yüzlerinde 300 yıllık bir geçmişin izleri yoktu. El ve yüzlerindeki kan damarları taze mavi hatlar çiziyor ve yüzlerinde İlâhî bir nur parlıyordu. Hükümdar, bu eski nesil kişilerle görüştü:
— «Sarayıma hoş geldiniz!» deyip dostça kucaklaştı. Onlar da:
— Artık bizim için bundan sonra yeniden hayata başlamanın olanağı yoktur. Sizin neslinizle bizim yaşayış bağlarımız uymaz! Sonra Hak Teâlâ’nın Yüce katma doğru el uzattılar:
— «Yarabbi! Bizim ruhlarımızı al!» diye niyazda bulundular. Allahü Teâlâ da onların bu yakarışlarını kabul ederek ruhlarını ölüm meleğine gerçek şekilde kabzettirdi. Ruhları uçmuş, şimdi ortada cansız cesetler kalmıştı. Mümin olarak ölmüşlerdi ve yeni müminler onların öldükleri yere bir mescit yapılmasını dilemişlerdi.