Tevbe, Herkese, Her Vakitte Vâcibdir

By | 6 Ağustos 2014

kuran

Tevbe, Herkese, Her Vakitte VâcibdirTevbe, Herkese, Her Vakitte Vâcibdir
Herkese, her zaman tevbenin vâcib olmasına gelince: Kâfir olduğu hâlde âkil  bâliğ olan herkesin küfürden tevbe etmesi vâcib dir lyâni muhakkak lâzımdır, yâni farzı ayındır!. Şayet Müslüman ise ve Müslümanlığı anne  babasından görerek ise, dil ile söylediğinden kalbinin haberi yoksa, o gafletten tevbe etmesi vâcib olur (*). Kalbinin imanın hakikatından haberi olması ve o hakika la erişmesi şeklinde tevbe etmelidir. Bununla kelâm ilminde bildirilen delilleri bilecektir, demek iştemiyoruz. Hayır, onları öğrenmek herkese vâcib değildir. Demek istediğimiz iman sultanını kalbde galib ve hâkim kılacak, hüküm ve emir kendisinde bulunacak imandır. Onun hâkim olması ise, beden ülkesinde onların hepsi şeytanın emri ile değil, imanın buyruğu ile olmaya bağlıdır. Günah işlediği müddetçe, imanı tamam değildir.
Nitekim Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Bir kimse, zina yaparken mü’min değildir ve hırsız, çalarken mü’ min değildir» ( ). Tevbe, Herkese, Her Vakitte Vâcibdir
Bundan, o hâlde kâfir olacağını demek istemiyorlar. Fakat imanın, şube ve dallan çoktur. Dallardan biri, zinanın öldürücü zehir olduğunu bilmesidir. Bir kimse bile bile zehir içmez. O hâlde, bu işi yaparken şehvet sultanı, imanını zina zehiri ile helâke götürmekte, ezmektedir. Yahut zinanın verdiği gaflet ile imanı görünmez olmuştur. Yahut da iman nûru şehvet sisleri arasında görünmez olmuştur. Demek ki, en önce anlaşılan küfürden tevbe muhakkak lâzımdır.
Kâfir değil ise, görenek ve gelenek şeklinde olan imandan da tevbe böyledir. Bu da bulunmazsa, yâni görenek şeklinde değil ise, günah işlemekten kurtulamayacağı kuvvetli ihtimaldir. Bundan da tevbe etmek vâcibtir. Dıştan hiçbir günah işlemese de, kalbi haset,
kibir, riyâ ve bunun gibi insanı helake götüren şeylerden kurtulamaz. Bunların hepsi kalbin cinayetleri ve günahların esasıdırlar. Herbiri adâletle iş yapmaya gelinceye, şehveti akıl ve şeriata uy duruncaya kadar, herbirinden tevbe etmek vâcibtir. Bu ise uzun mücâhede ve uğıaşma ister. Bunlardan hiçbirisi olmasa da, vesvese ve nefsânî düşüncelerden kurtulamaz. Bunlardan da tevbe vâcibtir. Bundan da kurtulsa, bazı zamanlar Allahü Teâlâ’yı hatırlamaktan, zikretmekten gafil olur. Bir an bile olsa, bütün noksanlık ve kusurların esası Allahü Teâlâ’yı unutmaktır. Bundan da tevbe, vâcibtir. Daima zikir ve fikir üzere olsa da, zikir ve fikirde farklı makamlar vardır. Her biri bir üsttekine göre, kusur ve eksiklik derecelerine sahiptir. Daha olgunu varken, aşağıdaki bir derece ile yetinmek zararın, ziyanın kendisidir ve bundan tevbe vâcibtir.
Bunun için Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem), «Ben her gün yetmiş defa tevbe ve istiğfar ediyorum» (‘), buyurdu. Bundan da anlaşılıyor ki, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) in hâli daima yükselmekte, ilerlemekte olup, hangi makama çıksa, ondan daha yüksek bir makam görür ve bulunduğu makamdan geçmek için tevbe ve istiğfar ederdi. Zira bir kimse bir gümüşlük iş yapınca, gümüşü aldığı zaman sevinir. Bir altın elde edebileceğini bildiği hâlde, bir gümüşle yetinmesine üzülür ve altını elde edip sevi ninceye kadar, kendi kusuruna üzülür. Altını elde edince, bundan başka bir şey yoktur sanır. Bin altın kıymetinde bir mücevheri elde etmek imkânı olduğunu anlayınca, üzülür, kusuruna pişman olur ve tevbe eder. Bunun için, «Zâhidlerin, iyi Müslümanların kemâli, büyükler için noksanlıktır», buyuruldu. O hâlde istiğfar etmeli. Tevbe, Herkese, Her Vakitte Vâcibdir
SUAL: Bir kimse; «Küfür ve günahlardan tevbe ettikten sonra, gafleti ve yüksek derecelere kavuşamadığı için tevbe, fazilet kısmından olup vâcib değildir. Bundan tevbenin vâcib olduğunu niye söylüyorsun?» derse,
CEVAB’ında deriz ki, vâcib iki kısımdır. Biri, zâhirî fetvalarla amel edip şeriatten taşmayan avamın derecesidir. Bu da şu derecede olmalıdır ki: Eğer bununla meşgul olursa, dünyası viran olmaz ve dünya geçimi için uğraşırlar. Bu ise onları Cehennem azabından kurtarır. İkinci vâcib ise, bütün insanların tahammül edemeyeceği şeylerdir. Bunları yapmayan da Cehennemden kurtulmuş olur. Fakat gökteki yıldız gibi, kıyamette kendinden yüksek insanları görünce, yüksek derecelere kavuşamamak üzüntüsünden kurtulamaz. O zamanki aldanması ve üzüntüsü bir nevi azab olur. İşte bu azab tan kurtulmak için, söylediğimiz bu tevbe vâcib olur. Nitekim bunun misâlini dünyada da görürüz.
Meselâ bir kimse arkadaşından yüksek bir derece ve mevkiye sahip olursa, öbürüne dünya dar ve zindan olur. Dövülmekten, eli kesilmekten ve malı gasbedilmekten kurtulmuş olsa bile, kalbine aldanma ve hasret ateşi düşer. Bunun için kıyamet gününe aldanma günü denmiştir. Zira hiç kimse aldanmanın dışmda kalamaz. İbadet etmeyen, niçin etmedim, eden; niçin daha çok etmedim? der. Bunun için peygamberler ve velîler, kıyamette üzülmemek için, tâat ve ibadetten hiçbirini terketmediler.
Resûlullah’m (sallâllahü aleyhi ve sellem) aç durmasına ne diyeceksin? Yemek yemenin haram olmadığını bilmiyor muydu? Hattâ Âişe (radıyallahü anhâ) buyurur: «Elimi karnına dokundurur dum. Ona acır, içim yanar, ağlardım ve “Canım sana fedâ olsun, bu dünya yemeğinden doyuncaya kadar yesen ne olur”, derdim. Buyururdu ki: “Ey Âişe! Benden önce ülüiazm peygamber kardeşlerim geçti. Çok ihsân, ikram ve derecelere kavuştular. Dünyadan nasıb alırsam, derecemin düşmesinden korkarım. Bunun için birkaç gün sabretmeyi, o kardeşlerimin derecesine kavuşmamaya tercih ederim”».
İsa (aleyhisselâm) uyudu. Başının altında bir taş vardı. Şeytan kendisine, «Sen dünyayı terketmeyi söylemedin mi? Yoksa şimdi pişman mı oldun?» dedi. «Ne yaptım?», buyurdu. «Başının altına taş koydun, rahatlığım düşündün», dedi. O taşı da attı ve «Bunu da dünya ile beraber sana bıraktım», buyurdu.
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) nalinlerinin kayışlarını yenilemişti. Gözüne iyi görünmeyip, eskilerini getirmelerini istedi. Sıddik (radıyallahü anh) içtiği sütün şüpheli olduğunu anlayınca parmağını boğazına sokup, cam çıkarcasına kendini kusmaya zorladı. Buna ne dersin? Umuma göre zahirî fetvalardan bunun vâcib olmadığını bilmiyor muydu? Fakat umumî fetvalar ayrı, sıd dikların gördükleri tehlikeli şeyler ise daha ayrıdır. Allahü Teâlâ’ yı ve melerini bilen mârifet sahiplerinin en büyükleri onlardır. Sakın boş yere bu sıkıntılara katlandıklarım sanma. Onlara uy. Umumi fetvalara karışma. Zira o ayrı bir sözdür.
O hâlde buraya kadar anlatılanlardan kulun, her zaman tev beye ihtiyacı olacağını anladın. Bunun için Ebû Süleymanı Dârâni (rahmetullahi aleyh) buyuruyor: «Kul hiçbir şeye ağlamayıp, yalnız bugüne kadar ömründen boşa geçirdiği zamanlara ağlasa, ölünceye kadar bu üzüntü ona yetişir». O hâlde geleceğini de böyle boş şeylere harcayacak olan kimseden ne konuşulabilir? Evet, çok kıymetli bir mücevheri olan bunu kaybedince ağlar. Kaybetmesi ile beraber eziyet ve ceza görecekse daha çok ağlar.
Ömründen her bir nefes, ebedî saadeti ele geçirten bir cevherdir. Bir kimse kendini helâk eden bir günah ve hatâ edince, bunu anlayınca, hâli nasıl olur? Fakat bu öyle bir musibettir ki, üzülmenin fayda vermediği zaman anlaşılır. Nitekim, «Sizden birinize ölüm gelmeden tedariki görsün. Yoksa sonra, yâ Rabbi, bana biraz daha mühlet ver. İyi amel yapayım ve sâlihlerden olayım» t1) âyetinin nefsirinde şöyle derler: «Kul ölürken can alıcı meleği görür ve gitmek zamanı olduğunu anlar. Kalbinde sonsuz üzüntü meydana gelir ve “Ey Melekü’lMevt, bana bir gün mühlet ver. Tevbe edeyim, afv dileyeyim”. Cevabında der ki: “Önünde nice günler vardı. Bugün ömrün bitti. Hiç kalmadı”. “Bir saat mühlet ver”, der. “Saatler doldu, hiç saat kalmadı”, der».
Tevbe etmeden ümitsizlik şerbetini içerse imanın aslı sallanmaya başlar. Eğer, Allah korusun, ezelde, şakiliğine hükmedildiyse, şüphesiz imanı tehlikededir ve bedbaht olmuştur. Ezelde, saâdetine hükmedildiyse, imanın aslı selâmette kalır. Bunun için Allahü Teâlâ, «Ölüm ânına kadar kötü amel işleyenlere tevbe fayda vermez. Ölümünü görünce, şimdi Allah’a sığmayım, tevbe edeyim der» (2), buyuruyor.
Demişlerdir ki, Cenabı Hakk’ın her kulu ile iki sim vardır. Birincisi, doğarken Allahü Teâlâ ona, «Seni temiz ve düzgün yarattım, emanet olarak sana bir ömür verdim. Ölüm zamanına kadar çok dikkat eyle. Emaneti geri vereceksin», der. İkincisi ölüm zamanındadır: «Kulum, o emaneti ne yaptın? Koruduysan karşılığını bulursun. Zâyi ettiysen, hazır ol ki, Cehennem bekliyor», der.