İhlâs Suresi’nin Her Bir Ayetinin Birbirini Gerektirmesi

By | 7 Nisan 2015

ihlas-suresinin-her-bir-ayetinin-birbirini-gerektirmesiKonunun girişinde de ifade ettiğimiz gibi, “ihlâs” kelimesi sözlük anlamı itibarıyla, bir şeye halis, katıksız bir şekilde muhatap olma anlamını taşır. Özel kullanımı itibarıyla ise ihlâs; insanın, kulluğunda, ibadetinde, Cenab-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması.. vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi demektir. Nitekim Kur’ân’da bu husus şu şekilde ifade edilmiştir; “Siz, ibadeti gönülden ve yalnız Allah’a yaparak O’na dua edin.” (Ğafir, 40/14-65; Beyyine, 98/5) Bu noktada kula yakışan, Allah’ın, zamanın ve mekânın her an ve noktasında hâzır ve nâzır olduğunu düşünüp O’nun huzurunda O’ndan başkasının teveccühünü aramamasıdır. Zira O’nun huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak, o huzurun edebine muhaliftir. İşte ihlâsın en özlü özeti budur.

Bu anlatılanlar ışığında bakılırsa, ihlâs’ın zıddının şirk olduğu görülür. Çünkü ihlâs ulûhiyet ve rubûbiyet sıfatlarını sadece onların hakiki sahibi olan Allah’a teslim etmeyi gerektirir. Şirkte ise bu rubûbiyet ve ulûhiyete başka ortaklar koşulmaktadır. Safî iman bulanıklaştırılmaktadır. Şöyle ki, ihlâs yalnızca Allah’ın rızasını gaye edinmeyi gerektirir; şirk ise, riya, menfaat gibi görüntüler altında başkalarının rızasını arattırır. İhlâs, yalnızca O’nu sevmeyi, başka her şeyi ise O’nun namına sevmeyi gerektirir. O’nun namına olmaksızın fanî ve zail şeylerin bizatihi kendilerinden
Bu yüzden şirkten uzak olmanın ve dolayısıyla ihlâsa yaklaşmanın yegâne yolu, her şeye Ehad isminin dürbünüyle bakmaktan geçer. İşte yüce Yaratıcı bu sûrenin ilk ayetinde kendisi için ‘O Allah Ehaddir.’ buyurarak bize ihlâsın ilk şartını öğretir. Yani, ‘Her şeyi yaratan Allah’tır.’ gibi genel bir kabulün şirkten uzak durmak için yeterli olmadığını açıkça belirtir. Şu halde, ihlâsın elde edilmesi ehadiyetin gerektirdiği şuuru yakalamakla mümkündür. Yani, varlığın yaratılışının O’ndan olduğunu bilme yanında, bunların idare, işleyiş ve terbiyesinin de -başka hiçbir eli karıştırmaksızın- yalnızca O’nunla olabileceğini kabul etmekle mümkündür.

Sûrenin ikinci ayetinde ise Allah (c.c.), Samed ismiyle tanıtılır. Bilindiği gibi bu isim, ‘Her şey O’na muhtaç ama O hiçbir şeye muhtaç değil.’ anlamındadır. Samed ismi bir bakıma Ehad isminin kaçınılmaz bir sonucudur. Şöyle ki, Ehad isminin penceresiyle her bir şeydeki tüm özelliklerin O’nun isimlerinin bir tecellisi olduğunu; O’na ait olduğunu, O’ndan geldiğini ve O’nu tanıttığını gören biri, ister istemez Samed ismine ulaşacaktır. Mademki her bir şey ancak O’nun ile vardır; o halde her şey O’na muhtaçtır.

Bu bakımdan ‘Allah Ehad’dir.’ diyen biri, katî surette ‘Allah Samed’ dir.’ diyecektir. Bunu derken, Allah’ı mutlak isim ve sıfatları ile tanımanın yanı sıra, kendisinin ve bütün eşyanın temelde/zatında âciz ve muhtaç olduğunu da kabuletmiş olacaktır. İşte ene (benlik) ve esbab (sebepler) şirkinden uzak durmanın ve tam bir ihlâs içinde olabilmenin vazgeçilmez ikinci bir şartı da budur.

Üçüncü ayet ise Allah için ‘lem yelid ve lem yûled’ der. Yani, O doğmamış ve doğurmamıştır. Daha genel bir ifadeyle, Allah, ne başka bir şeyden doğmuş (kopmuş, ayrılmış) bir varlıktır ne de şu görünen mevcudat, O’ndan doğmuş/ayrılmış bir şeydir. Demek ki, doğurmuş ve doğurulmuş olanlar, ilâh olamazlar. Nasıl ikinci ayet, ilk ayetin zorunlu bir sonucu ise, bu ayet de ikinci ayetin zorunlu bir sonucudur. Çünkü ‘doğma ve doğurma’ özelliği, ancak kendinden başkasına muhtaç olanlara özgüdür.

Doğan ve doğuran varlıklar hem bir şeyin sonucu olur, hem de başka bir şeyin sebebi. Şu halde ‘sonuçlar’ hakikî anlamda hiçbir zaman sebeplere mal edilemez. Zira -sonucu doğurduğu zannedilen- her bir sebep, başka bir sebebin sonucudur. Bu ise, kendisine izafe edilmek istenen özelliklerin, onun malı ve zatî bir özelliğinin olmadığının bir delilidir. Yani sebepler âleminde yaşayan her bir varlığın, kendinde, kendine mal edebileceği bir var etme gücü yoktur. Şu halde hem doğuran hem de doğuru- lan bir varlık ilâh olamaz. Zira mutlak ve zatî özelliklere sahip olan bir ilâh, bütün bunların üstünde olandır; doğmayan ve doğurmayandır.

Ayrıca doğan ve doğuran bir şeyin öncesi ve sonrası vardır. Doğmayan ve doğurmayanın ise ne öncesi ne de sonrası vardır. O hem Evvel’dir hem de Ahirdir. Dolayısıyla zaman ve mekân O’nun elindedir. Bir diğer ifadeyle, zaman ve mekân içinde belirli bir yeri ve ömrü olan, öncesi ve sonrası olan her şey varoluşunu doğrudan doğruya O’na borçludur. Zira her bir mevcudun varoluşu, bütün kâinata sözü geçer bir kudret ve bütün mahlukatın hareket ve düzenini bilecek bir ilmi gerektirmektedir. Doğan ve doğuran, yani cüz’î, sınırlı ve ölümlü olan şeylerin ise bu mutlak kudret ve ilmin sahibi olduğu düşünülemez. Bunların sahibi ancak Ehadiyet ve ve Samediyet sıfatlarının sahibi olan Allah’tır.
Kısaca, ‘lem yelid ve lem yûled’ lafzı, doğan ve doğuran bütün sebepleri, sonuç üzerinde ‘hakikî tesir ve sahiplenme’ iddiasından azletmekte ve her şeyin -sebebi ve sonucuyla birlikte- doğrudan doğruya O’nun eseri ve mülkünden ibaret olduğunu bilmeyi gerekli kılmaktadır.
Sebeplere riayet etmeyi Allah emretmektedir. Bir işin olması için gereken sebeplere başvurmak, istenilen neticenin icadı için bir duadır. Sebeplerin bir araya getirilmesi neticenin yaratılması adına onların Allah’a bir çeşit dua ve talep etmeleri demektir. Meselâ bir çekirdeğin filizini çıkarıp ağaç olması için sebeplere riayet edilerek su, hararet, toprak ve ziyanın (ışık), bir araya getirilmesi bir duadır. Sebepler “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız!” derler. Çünkü, Cenab-ı Hakk’ın kudretinin mucizelerinden olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, sebeplerin bir araya gelmesi bir çeşit duadır. Yaratan Allah’tır. Sebeplere hakiki tesir vermek şirktir. Sebeplere hakiki tesir vermeme ise, şirk kapılarını kapatır. Şirk kapıları kapanınca, tevhid ve ihlâs kapısı ardına dek açılır.
Surenin son ayetinde ise Allah (c.c.) kendisini bize ‘ve lem yekun le- hu küfuven Ehad/hiçbir şey de O’nun dengi değildir.’ şeklinde tanıtır.
Nasıl ilk üç ayetin her biri, bir öncekinin zorunlu sonucu ise, dördüncü ayet de, üçüncünün zorunlu sonucudur. Ehad olan, elbette Sameddir. Samed olan elbete doğmamış ve doğurmamış olandır. Doğmamış ve doğurulmamış olanın elbette eşi, benzeri, dengi yoktur.Başka birifadeyle, yaratılan, yani öncesi ve sonrası olan Yaratan cinsinden olamaz. Fanî olan Ezelî olanla aynı niteliği taşıyamaz. Aciz olan Kadir olanın dengi olamaz.

Bu son ayet bizi, hâlikıyet-mahlûkıyet, kudret-acziyet, rubûbiyet- ubûdiyet ve mâlikiyet-memlûkiyet denklemini doğru kurmaya çağırır. Bu denklemi düzgün biçimde kurabilen bir insan artık,
– Hiçbir yaratılana ‘yaratan’ imiş gibi davranmaz,
– Hiçbir âcize zatî bir kudret sahibiymiş gibi el açmaz
– Kendisi gibi kul olan hiçbir kimseye Rab gibi teveccüh etmez,
– Başka birinin mülkü olan hiçbir şey üzerinde, kendini hakikî mâlik ve efendi görme gibi bir yanlışa düşmez. Özetle ifade etmek gerekirse, hâlikıyet, kudret, rubûbiyet ve mâlikiyet gibi bütün sıfatları yalnızca yüce Allah’a tevdi eder ve yalnızca O’na kul olur. İhlâs da bu değil midir?
Hasılı, bu kısacık sûre, başta Kur’ân’ın, zihinlerimize yerleştirmek istediği ‘tevhid’ gerçeği olmak üzere, diğer mesajlarını da özetleyen bir çekirdek sûre olup, bize tevhid ve ihlâsın esasını ve ona ulaşmanın yollarını öğretir.