Gurur Ve İlacı

By | 6 Ağustos 2014

pardesu

Gurur Ve İlacıGurur Ve İlacı
Gururlular aldanmıştır. Mağrur olanlar, kendine ve amellerine hüsni. zan edenlerdir. Bunun zararından gafildirler. Sahteyi hâlisten ayıramamış, sarraflığı iyi öğrenememişlerdir. Renk ve şekile bakıp aldanmışlardır. İlim ve ibadet ile meşgul olup, gaflet ve dalâlet perdesini yırtanların da yüzde doksan dokuzu mağrurdurlar! Bunun için Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Kıyamet günü Âdem aleyhisselâma: “Oğullarından Cehennemlikleri ayır”, denir. “Kaçta kaçını?” der. “Binde dokuz yüz doksan dokuzu” denir». Bunların hepsi Cehennemde kalmaz. Lâkin Cehennem den bir defa geçerler. Bir kısmı gafil, bir kısmı sapık, bir kısmı mağrur, bir kısmı da kusurlarını bilen, şehvetlerine esir olan kimselerdir. Mağrurlar çoktur. Onlarm fazlalığı hesaba gelmez. Fakat bunlar da dört tabakadır. Alimler, âbidler, sofiler ve mal sahipleri [zenginleri.
BİRİNCİ TABAKA: Mağrur âlimlerdir. Bunların bir kısmı bütün ömürlerini ilim öğrenmeye sarfederler. Amelde kusur ederler. Elini, dilini ve fercini günahtan korumazlar. Zannederler ki, ilimleri sayesinde o dereceye gelmişlerdir ki, kendilerine azâb yapılmaz; amellerinden dolayı mes’ul olmazlar. Belki kendi şefaatleri ile herkes kurtulur.
Böyle kimseler, hastalık sebebini bilen ve bütün gece bunu tekrar eden, güzel bir dille bunu yazan, hastalık ilâcının şartlarını gayet iyi bilen, fakat aslâ ilâcı içmeyen ve ilâcın acılığına dayanamayan, kimseye benzer. îlâç olan şurubun ismini ve sıfatlarını tekrar tekrar söylemesi, ona nasıl şifa verir? Nitekim Allahü Teâlâ, «Te mizlenenler kurtuldu» t ), ve «Nefsini arzularından men eden kurtuldu» C ), buyuruyor. Temizlenme ilmini öğrenenler kurtuldu buyurmuyor. «Cennete, arzularına muhâlefet edenler girer». Arzularına muhâlefet etmeyi bilenler değil.
Bu mağrurun gururlanması, ilim hakkında bildirilen âyeti kerime ve hadisi şeriflere dayanarak ise, kötü âlimler hakkında bildirilmiş olanları niye okumuyorlar? Kur’ânı Kerlm’de böyleleri eşeğe benzetiliyor ve kitapları sırtında taşıyor deniyor. Köpeğe benzetiliyor. Hadiste buyuruluyor: «Kötü âlimi, Cehenneme öyle bir atarlar ki, boynu ve beli kırılır ve ateş etrafını dolap beygiri gibi kuşatır. Cehennemdekilerin hepsi etrafına toplanıp, “Sen kimsin ve bu ne azâbdır?” derler. “Ben söyleyen fakat kendisi yapmayanım” der»
( ). Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: «Kıyamette ilmi ile amel etmeyen âlimlerden daha şiddetli azâb kimseye yoktur» (4). Gurur Ve İlacı
Ebû’dDerdâ (radıyallahü anh) buyurur: «Bir şey bilmeyenlere bir defa yazıklar olsun. Bilip de yapmayanlara yedi defa yazıklar olsun». Yâni ilmi kendisine şâhid olacaktır. Bazıları ilim ve amelin ikisinde de kusur etmediler. Fakat amellerin zâhirini, dış görünüşünü yerine getirdiler. Kalbi temizlemekten gafil oldular. Kötü ahlâk ve huyları kibir, riyâ, hased, başkanlık sevdası, akranlarının, arkadaşlarının kötülüğünü istemek, sıkıntılarına sevinmek, rahat
lıkiarına üzülmek gibi şeyleri kalblerinden söküp atmadılar. Bu ha dîsi şeriflerden de gafillerdir: «Az bit riyâ şirktir» i1). «Kalbinde
zerre kadar kibir olan Cennete giremez» <2). «Hased, ateşin odunu yaktığı, yok ettiği gibi, imanı yok eder» (3). Ve yine buyurdu: «Al lahü Teâlâ sizin sürelinize değil, kalblerinize bakar» (4).
Böyle kimseler, bir şey ekecek olana benzer, önce diken, zararlı ot ve çalıları kökünden söküp atması lâzımdır ki, kendi ektiği büyüyebilsin. Yalnız toprak üstündekileri keserse, yine baş verir ve diken, çalılık olur. O hâlde kökünü kazımak lâzımdır. Kötü amellerin kökü, kötü ahlâktır. Esas olan, bunun sökülüp atılmasıdır. Bu, içi pis, dışı süslü olan bir şeye benzer. Dışı kireçli, içi pislikle dolu helâya benzer. Dışardan süslü görünen ve içindeki leş olan mezara benzer. Lâmbası damının üstüne konulmuş karanlık eve benzer. Isa aleyhisselâm kötü âlimi şöyle tasvir etti: «Kötü âlim kalbur gibi olup, buğdayları düşer ve kepeği kalır». Onlar da faydalı söz söylerler ve fenaları kendinde kalır.
Bazıları da, bunların kötü ahlâk olduklarını, bunlardan kaçınmak gerektiğini, kalbin bunlardan temizlenmesi icabettiğini bilir, fakat kalblerinin bunlardan temizlenmiş olduğunu zannederler. Kötü ahlâka mübtelâ olmaktan uzağız zannederler. Çünkü onlar bunun ilmini herkesten daha iyi bilirler. Kalblerinde kibir eseri belirince, şeytan onlara şöyle der: «Bu kibir değildir, din için izzet arzusudur. Sen aziz ve üstün olmazsan, İslâm dini aziz ve üstün olmaz». Güzel elbiseler giyer, güzel atları, yardımcıları olursa, şeytan, «Bu kendini beğenmek değildir. Bu İslâm düşmanlarının gözlerini kör eder. Çünkü bid’at sahihleri, âlimlerin süslenmesinden kör olurlar», der.
Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın ve Ali’nin (radıyallahü anhüm) güzel ahlâkını ve onların yırtık elbiselerini unutuyorlar mı ve onların yaptıklarının Islâmiyeti küçültmek ve hor tutmak olduğunu mu sanıyorlar ve bugün Islâmiyeti kendilerinin süsü ile mi aziz etmek istiyorlar? Kalblerinde hased belirirse, şeytan onlara, «Bu hakkın, doğruluğun salâbetidir», der. Riyâ belirirse şeytan, «Bu, insanların işi içindir. Tâ ati bilsinler ve sana uysunlar», der. Sultanların huzuruna ve hizmetine gidince şeytan, «Bu zalime gösterilmesi haram olan te vâzu değildir. Belki Müslümanlara yardım içindir, onlann işlerini görmek içindir», der. Onlann haram malını aldığı zaman şeytan, «Bu haram değildir. Çünkü bunun sahibi yoktur. İyi işlerde kullanılması lâzımdır. Müslümanların işi sana verilmiştir», der.
Eğer insafla ve iyice düşünse, dinin gayesinin, insanlann dün
yadan yüz çevirmekten başkası olmadığını anlar. Kendisi yüzünden dünyaya rağbet edenler, dünyadan yüz çevirenlerden daha çoktur. O hâlde İsiâmiyetin izzeti ve şerefi böylelerinin olmamasına bağlıdır. Islâm için olan mühim şey, onun ve onun gibilerin olmamasıdır. Bu ve böyle düşünceler ve gururlar yanlıştır. Bundan kurtuluş çaresini ve hakikatini önceki asılda bildirdik. Yeniden anlatmak uzun sürecek.
Bir kısmı, ilmin ne demek olduğunda yanılmışlardır. Tefsir, hadîs, kalbe ait ilimler, ahlâk, riyâzet yolu ilimleri ve bu kitapta anlattığımız ilimler, din için faydalı ve zararlı bilgileri ve kalbini murakabe etmek gibi farzı ayn olan mühim ilimleri elde etmemişler, bunların ilim kısmından olduklarını bilmemişler, bütün zamanlanın cedel, münâzara, güzel konuşma, yahut insanlar arasında düşmanlık doğuracak fetvalar vermekle geçirirler. Kendisini dünyadan âhirete, hırstan kanaate, riyadan ihlâsa, gaflet ve eminlikten, korku ve takvaya çağırmayan ilimlere dalar, onları ömrünün sermayesi yapar ve ilim bunlardır, sanır. Bunları bırakıp başka ilimlerle uğraşanı, ilimden aynlmış ve uzaklaşmış kabul eder. Böyle zanların anlatılması uzun sürer. İhyâu Ulûm kitabımızda Gurur bahsinde anlattık. Bu kitapta hepsini uzun anlatamayız.
Bir kısmı ilim ve va’zla meşgul olurlar. Sözleri edebiyat, şiir, nükte ve lüzumsuz sözler kabilinden olur. Böyle ifade ve cümleler ararlar. Maksatları, insanların feryad etmesi, kendilerini övmesidir. Şu kadarını bilmezler ki, va’z ve nasihatin esası, bir musibet ateşini kalbden harekete getirmek, âhiret tehlike ve korkusunu göstermektir. O hâlde bu musibetin feryadı ile meşgul olmalı, bunun için ağlamalıdır. Va’z ve nasihat edenler bu musibetle ağlat malıdırlar. Yoksa diğer ağlamalar kalbe te’sir etmez. Böyle gururlanmış, aldanmış insanlar da çoktur. Anlatılması uzun sürer.
Bir başka kısmı, ömrünü fıkhın zahiri ile geçirmişlerdir. Fıkhın zâhirinden sultanın memleketi idare için koyduğu kanunlara riayetten fazlasına lüzum olmadığını anlayamamışlardır. Ahiret için olan, ayrı bir ilimdir. Zahiri fıkıhta olanı âhiret için faydalı sanmışlardır. Böyle kimseler, zekât vereceği malı sene sonunda hanımına satan ve onun malını alan ve fıkhın zâhirine göre kendisinden zekât düşen kimse gibidir. Yâni sultanın zekât memuru ondan zekât isteyemez. Çünkü şeriat zahirî mülke, mala bakar. Mal ise sene dolmadan elinden çıkmıştır. Bu fetva ile iş yapabilir. Ama, zekât vermemek gibi olacağını bilmez. Çünkü bahillik, insanı helâk eder. Halbuki zekât, bahillik pisliğinden temizlenmektir. Burada bahillik itaati, ibadeti helâk etmiştir. Halbuki bu hileye, yola, baş
vurmak bahilliğe itaat etmek olur. Bu itaate, ibadete bahillik ise tam helâk olmaktır. Nerde kaldı ki kurtulsun?
Bunun gibi bir koca karısını sıkıştırıp, eziyet edip mehrinden feragat etmeye icbar etse; zahiri fetvaya göre bu ibra doğrudur. Çünkü bu dünyadaki kadı, söze göre hükmeder, kalbe göre değil, Ama öbür dünyada mes’ul olur. Çünkü parayı alması zorlama ile olmuştur. Bunun gibi, kalabalık içinde bir kimseden bir şey istese ve o da utanıp verse, zahirî fetvaya göre bu mubah olur. Hakikatta ise bu kimsenin malını zorla almaktır. Çünkü hayâ kamçısı ile kalbini kamçılayıp, kalbindeki incinme ve canı yanma ile malı vermekle, zahirde sopa ile vurup malını zorla almak arasında fark yoktur. Bu ve bunun gibi misaller çoktur. Zahiri fıkıhtan başka şey bilmeyen, böyle zanlarda bulunur ve dindeki bu ince sırlan anlayamaz.
İKİNCİ TABAKA: Zâhid ve âbidlerin gururudur. Bunlar arasında da mağrur kimseler çoktur. Bir kısmı, fazilet düşüncesi ile farzlardan geri kalmışlardır. Abdestte vesvese eden kimsenin namazın vaktini kaçırması böyledir. Bu vesveseleri için annesine, babasına arkadaşına kötü sözler söyler. Suyun necis olma ihtimali çok uzak ve zayıf ise de ona göre yakın ve kuvvetli olur. Bununla beraber kat’î haram olan şeyden sakınmaz. Yere ayakkabısız basmaz, ama haram olan bir şeyi yer. Ashâbı kirâmm (aleyhimürndvân) sîre tini, ahlâkını unutur.
Ömer (radıyallahü anh) buyurdu: «Harama düşmek korkusuyla, helâlden yetmiş defa elimi çektim». Bununla beraber, bir Hıristiyan kadının ibriğinden abdest aldı. O hâlde bu büyükler, yemeklerdeki ihtiyatı, abdest ve temizlikteki ihtiyatla birlikte getirmişlerdir. Hattâ bazıları çamaşırcının yıkadığı elbiseyi giymeyi büyük günah sayarlar. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ise kâfirlerin hediye olarak gönderdikleri elbiseyi giymiştir. Kâfirlerden ganimet olarak alınan her elbiseyi kendisi ve ashâbı giyerlerdi. Hiçbir kimse su ile yıkarlardı dememiştir. Bilâkis kâfirlerin silâhlarını bellerine bağlayıp, onunla namaz kılarlardı ve demirine ne suyu vermişlerdir, yapışkan olarak ne kullanmışlardır, üstündeki deri ne derisidir demezler, namaz kılarlardı. O hâlde, midesi, dili ve diğer uzuvları için bu ihtiyatı gözetmeyenler, bunda mübalâğa ederlerse, şeytan onun hâline güler. Belki hepsini yerine getirse de, abdest suyunu kullanmakta israf ettiği ve namazı vaktinden geçirdiği için yine mağrurdur, yâni aldanmıştır, kaybetmiştir. Abdest bahsinde anlattığımız ihtiyatları yerine getirebilene bunlar yetişir.
Vesvesenin kendisinde çok olduğu kimseler, niyeti sesli söyler Jer. Yahut bozup yeniden niyet ederler ve birinci rekâtı kaçırırlar. Bilmezler ki, namaza niyet, bor^ vermeye ve zekât vermeye niyet gibidir. Bunlardan hiçbiri zekâtım olmadı diye, bir daha zekât vermez. Niyetindeki vesveseden dolayı borcunu bir daha ödemez. Bazılarında Fâtiha sûresinin harflerinde vesvese olur. Harflerin mahreci ile uğraşırlar. Halbuki kalbi, mânâlarını ve böylece Elhamdü derken şükür etmeyi, iyyake nâ’büdü derken, Allahü Teâlâ’nm birliğini, büyüklüğünü ve kendi âcizliğini, ihdînâ derken, tazarrû ve yalvarmakta olduğunu düşünmesi lâzım idi. O ise iyyake’nin mahreci, nasıl çıkarılması lâzım geldiği ile uğraşmaktadır. Böyle kimse padişahtan bir şey isteyip daima, «Ey Emir!» diyen kimseye benzer. Ve bunu doğru söylemek için elinden geleni yapar. Emirin «m» harfini kuvvetli söylemeye gayret eder. Şüphesiz ki, sille ve tokat yer.
Bir kısmı her gün hatim ederler. Kur’ânı Kerîm’i çok çabuk okurlar. Hepsini dille okuyup, kalbi ondan gafil olur. Maksadı şu kadar hatim ettim, bugün şu kadar cüz okudum diyebilmektir. Bilmezler ki, bu Mushaf insanlar için yazılmış bir kitaptır. İçinde, emir, nehiy, müjde, tehdit, va’z ve korkutmalar vardır. Tehdit âyetlerini okurken, korkmalı, titremeli, müjde âyetlerini okurken sevinmeli, memnun olmalı ve her âyeti kendine ait hâlle okumalıdır. Va’z âyetlerinde kulak kesilmeli, korku âyetlerinde korkmalı, bütün varlığıyle bu hâller içinde olmalıdır. Bütün bunlar kalbe ait hâllerdir. Dilin ucunun oynaması, kımıldaması ona ne fayda verir. Böyle olan kimse, padişahın kendisine mektup yazıp, içinde birçok emirler bildirdiği hâlde, oturup mektuptakileri ezberleyen ve daima okuyan ve ne demek istediğini bilmeyen kimse gibidir.
Bir kısım insanlar vardır ki, hacca giderler, mücâvirlik yaparlar, oruç tutarlar, kalbini ve dilini koruyarak orucun hakkını gözetmezler. Helâl kazanarak doğru yolu benimsemezler. Kalbleri daima insanlarda olup, kendilerinin mücâvir olduğunun söylenmesini isterler. Bu kadar oturmuşuz, bu kadar sene mücâvirlik yapmışız derler. Şu kadannı bilmezler ki, evinde oturup Kâbe’yi arzu etmek, Kâbe’de bulunup riyâ edip insanlara mücâvir olduğunu bildirmek, yahut onlardan bir şey ummaktan daha üstündür. Aldığı her lokma için bahillik edip, bir kimsenin, elinden lokmasını alacağından veya isteyeceğinden korkar.
Diğer bir kısmı da, zühd yolunu tutan, eski elbiseler giyen, az yemek yiyen, mal hususunda zâhid olan, makam ve kabulde ise zâ hid olmayanlardır. İnsanlar onlarla bereketlenmek isterler, yüzlerini gördükleri için sevinirler. Kendi hâllerini insanların gözünde süslü ve kıymetli gösterirler. Şu kadannı bilmezler ki, makam, maldan zararlıdır. Onu terketmeyi söylemek daha zordur. Çünkü makam ve rütbe ümidiyle birçok sıkıntılar çekmek kolaydır. Zâhid, makamın terkedilmesini söyleyen kimsedir. Kendisine bir şey verildiği zaman almayan kimsedir. Zâhid değildir dedirtmemelidir. Ona zahirde almış ol, gizli olarak lâyık olan lakirlere ver dense, helâl olduğu hâlde kendisine ölmekten ağır gelir. Çünkü insanlar zâhid olmadığını sanırlar. Bununla beraber zenginlerin hürmetini fakirlerin hürmetinden önde tutarlar, ve onlara daha çok yakınlık gösterirler. Bu da gururdur laldanmadırl.
Bir kısım insanlar zahiri olarak bütün amelleri yaparlar. Hattâ bir günde bin rekât namaz kılanar, binlerce teşbih okurlar, gece uyumazlar, gündüz oruç tutarlar. Fakat kötü huylardan temizlen mesı için kalbini gözetmezler. İçleri kibir, hased, riyâ ve ucbla dolu olur. Aılahü Teâlâ’nın kullarına sert söyler, sanki herkesle kayga lı ve kızgınmış gibi dururlar. Şu kadarını bilmez ki, kötü huy, bütün ibadetleri yok eder. Ve bilmez ki, bütün ibadetlerin başı güzel ahlâktır, iyi huydur. Zavallı, sanki kendi ibadeti ile insanları kendine borçlu biliyor ve hepsine hakaret gözü ile bakıyor. Kimseye çatmasın, üzerine kimse dokunmasın diye insanlardan ayrı duruyor. Halbuki bilmiyor ki, bütün zâhidlerin ve âbidlerin başı Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) idi. Bütün insanlara lâtif, güler yüzlü ve iyi idi. Üstü başı iyi olmayıp, yanında oturmaktan utananları Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) kendi yanında oturtur, mübarek elini ona uzatırdı. Kendini bu işin üstadından üstün görenden ahmak, akılsız kim olabilir? Bu zavallılar, Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şeriatini kabul eder ve onun güzel ahlâkına uymazlarsa, bunlardan ahmak kim olabilir?
ÜÇÜNCÜ TABAKA: Mağrur sofilerdir. Hiçbir topluluk arasında bunlar arasındaki kadar gurur laldanmal bulunmaz. Çünkü, yol ne kadar ince, maksat ne kadar aziz olursa, aldanma da o kadar çok olur. Tasavvuf üç dereceye kavuşmaktır:
1 — Nefsini yenmek olup, kendinde ne şehvet kalır, ne de kızgınlık. Kökünden söküp atar, mânâsında anlaşılmasın. Yâni, nefsini yenip, şeriata uymaktan başka, şeriatı istemekten başka bir tasarrufu ve te’siri bulunmaz demektir. Tıpkı fethedilen bir kalede, kimseyi öldürmeyip, o kaledekilerin fethedene uyması gibidir. Onun göğüs kalesi de, bunun gibi, şeriatın sultanının fethine düşmüştür.
2 — Bu dünyayı ve öbür dünyayı aradan kaldırır. Bu da, his ve hayâl âleminden geçmek, kurtulmak demektir. Çünkü his ve hayâle gelen şeylerde, hayvanlar da ortaktır. Hepsi de, midenin, şehvetin ve fercin nasibidir. Cennet de, bu his ve hayâl âleminin nasibi olmanın dışında değildir. Çünkü anlatılabilene sınırlı olana hayâl uzanabilir. Ona göre baklava ve kebaba kavuşmuş kimsenin ot ve yaprak yemesi gibidir. Çünkü his ve hayâlde olan şeylerin hasis, aşağı olduğunu anlamıştır. His ve hayâlin, aklı az, bilgisi kıt olan
laıın nasibi olduğunu bildirmiştir. «Cennet ehlinin çoğu bilgisi az olanlardır», buyuıulmuştur.
3 — Bütün varlığı ile Hak Teâlâ’ya ve O’nun Celâl ve tecellisine tutulmuştur. Bu da ancak, taraf, yer, his ve hayâlin onunla ilgisi olmaması ile olur. Belki, hayâl, his ve bunlardan meydana gelen bilgiler, ona gözün işitmesi, kulağın görmesi gibi gelir. Yâni zaruri olarak kulak görmez, göz de işitmez. Buraya ulaşınca tasavvuf köyüne 1 makamına 1 kavuşmuş olur. Bundan ileride onunla Allah arasında daha birçok makam ve hâller olur ki. bunlardan bahsetmek için söz bulmak pek zordur. Hattâ bazıları buna ittihat (birleşme], bazıları da hulûl (geçme! demişlerdir. Gurur Ve İlacı
Râsih ilimli olmayanlarda bu mânâlar meydana gelirse, bunları anlatacak uygun söz bulamazlar ve söyledikleri söz görünüşte küfür gibi olur. O kendine göre haklıdır, fakat anlatabilmek için ibâre bulamıyor. Tasavvufun kısaca örneği budur. Şimdi diğerlerinin gurur ve zanlarını görelim:
Onlardan bir kısmı, yamalı hırka, seccade ve hoş sözlerden başka bir şey görmediler. Onu aldılar, tasavvufçulann elbisesini ve dış görünüşünü benimsediler. Şöyle ki:
Onlar gibi, seccadede otururlar, başlarını önlerine eğerler ve hattâ zuhur eden hayâller sebebi ile başlarını sallarlar ve mutasavvıfların hâllerini de böyle sanırlar. Bunlar, acûze bir kadına benzer ki, başına külâh giyer, üstüne aba alır, silâhını kuşanır, düşman karşısında yiğitlerin böyle olduğunu, cenk şiirleri okuduklarını ve bütün hareketlerini öğrenip, sultanın önüne gider ve isminin gâzi ler defterine yazılmasını ister. Sultan bazan elbisesine ve suretine bakmayıp, asker olduğuna delil ister ve soyun bakalım der. Yahut filân kimse ile döğüş, bir göreyim der. İhtiyar, aldatıcı bir kadın olduğunu görür ve fillerin ayakları altına atılmasını emreder. Öyle ki, böyle bir padişah ile kimse alay etme cesaretini ve kuvvetini kendinde bulamasın.
Bir kısmı bu kadarından âcizdirler. Onların yalnız dış görünüşlerini alırlar. Eski elbise giyerler. Renkli yamalardan hırka giyer, sürme kullanırlar ve elbisesinin renkli olması yetişir, sanırlar. Onların koyu renkli elbise giymesinin sebebinin, dinde bulundukları musibetin bu mavi renge lâyık olduğunu bilmezler. Bu bedbaht, elbiseyi yıkayamayacak kadar kendinden geçmiş olmadığına, keder elbisesi giyecek kadar musibetlere düşmediğine ve nerede olursa olsun, elbiselerini yırtınca kendisine hırka verilecek kadar âciz olmadığına göre ve bilâkis yeni elbisesini bile bile yırtıp yamalı elbise •giydiğine göre, görünüşte de onlara uymadığını da bilmez. Çünkü ilk defa yamah elbise giyen Ömer (radıyallahü anh) dır. Elbisesinde on dört yama vardı. Bazısı deriden idi.
Bu insanların bir başka kısmı vardır ki, bunlar daha kötüdür. Eski ve âdi elbise giymeye tahammül edemedikleri gibi, farzları yapmak ve haramlardan kaçınmaya da dayanamazlar. Kendisine fakir demesinler diye öyle elbiseler giymezler. Çünkü şeytanın ve şehvetin elinde esir olmuşlardır. «Iş kalbdedir, şekle bakılmaz. Bizim kalbimiz daima Allahü Teâlânın huzurunda namazdadır. Bizim bu ibadet ve amellere ihtiyacımız yoktur. Nefislerine esir olmuşlara mücâhede olsun diye bunlar emredilmiştir. Bizim nefsimiz ise ölmüştür. Bizim dinimiz büyük havuz gibi olmuştur, öyle şeylerle kirlenmez ve bozulmaz», derler. Âbidlere [ibadeti çok edeni bakınca, «Bu işçi ücretsiz çalışıyor», derler. Âlimlere bakınca, «Bunlar hadîs bağı ile bağlanmış, hakikat yolunu bilmezler», derler. Böylele rini öldürmek lâzımdır. Bunlar kâfirdir. Böylelerinin kanı [yâni öldürülmesi! icmâi ümmet ile mubahtır.
Bir kısmı da sofilerin hizmetinde bulunurlar. Hizmetin hakikati, kendini bu insanlara fedâ eylemektir ve onların sevgisinde kendini unutmaktır. Bir kimse onlardan bir şey elde edip, onların sebebi ile bir mala sahip olursa ve onları kendine uydurup ismini hizmet edenler arasından çıkarıp insanların kendisine hürmet etmelerini isterse, nereden bir şey eline geçse alıp helâl, haram gözetmez, onun ticaretini bozmasınlar diye onlara da verip gizli tutarsa, mağrurdur ve aldanmıştır.
Bazıları vardır ki, riyâzet yolunda tamam giderler, şehvetlerini yenerler ve kendilerini bütün varlığı ile Allahü Teâlâ’ya verirler, tenhada zikirle meşgul olurlar. Öyle ki, istedikleri şeyden haberdar olurlar. Yanlış bir şey yapsalar uyarılırlar. Hattâ peygamberler ve melekler güzel sûretlerde kendisine görünmeye başlar. Hattâ kendi benzerini göklerde melek gibi görür. Bu işlerin esası eğer doğru ise, doğru olan rüya gibi olur. Fakat bu, uyuyanın rüya ve hayâline gelmekte, uyanık olanın ise, yalnız hayâline gelmektedir. Böyle olan bunlara gururlanır ve «Yedi kat gökte ve yerde olanları bu kadar defa bana gösterdiler», der. Evliyalığın sonu bu olduğunu sanır.
Halbuki Allahü Teâlâ’nın yaratıklarındaki akıllara durgunluk veren işlerinden henüz kıl ucu kadarını anlayamamıştır. Ama kendini tamam zanneder. Bunun sevinciyle meşgul olup, daha üst makamları elde etmeye uğraşmaz. Böylece emri altına girmiş olan nefsi, ağır ağır baş kaldırmaya, kımıldanmaya başlar. O ise, böyle şeyler kendisine gösterildiği için, nefsinden emin olduğunu ve en yüksek dereceye çıktığını sanır. Bu ise büyük gururdur, aldanmadır.
Nefsinden emin olmamalıdır; belki kalbi eski hâline dönüp şeriate uymalıdır; tâ ki hiçbir muhalif sıfat kendisine te sir edemesin.
Şeyh Ebû’lKâsımı GürgânI (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: «Su ustunae yürümek, havaaa uçmak ve gaybdan haber vermek keramet değildir. Keramet emre uymaktır». Güvenilecek iş budur. Bunuan başkasının şeytandan da olacağı mümkünaur. Zira şeytan da gaybdan haber alır. Kâhin denilen kimselere çoğu haberleri şeytanlar verir ve şaşılacak şeyler meydana gelir. Güvenilecek şey, şeytanın ve onunla ilgili her şeyin aradan kalkması ve yerine şeriatın oturmasıdır. Aslanın sırtına binemezsen korkma. Göğsünde sakladığın gazab köpeğini zapteder, ayak altına alırsan aslanın sırtına da binersin. Gaybdan haber veremiyorsan üzülme; kendi nefsinin ayıb ve aldanmalarını bilirsen, onun hile ve sûreti haktan görünmesi zararlarına karşı uyanık olursan, nefsinin ayıbını bilmek, senin gaybı bilmendir. Kendi gaybını bilince, gaybdan haber alıyorsun demektir. Havada uçamıyor ve su üstünde yürüyemiyorsan korkma. Zira his ve hayâlin ötesinde makamlara kavuşmuş isen, orada yürüyorsan su üstünde yürümüş, havada uçmuş olursun. Eğer sahrayı bir gecede geçemezsen, korkma!
Dünyaya tapma vâdilerini ve dünya meşgalelerini atlatırsan, en zor vâdiyi atlatmış olursun. Büyük bir dağın tepesine adımını atamazsan, üzülme, şüpheli bir gümüşe ayak basmadınsa, yâni al madınsa, geçidi atlattın demektir. Allahü Teâlâ Kur’ânı Kerîm’de, Beled Sûresinin onbir ve onikinci âyet i kerîmelerinde, akabe 1 tehlikeli geçitl buna diyor. Böyle kimselerin gururlarının, aldanmalarının bir kısmı bunlardır. Hepsini anlatmak uzun sürer.
DÖRDÜNCÜ TABAKAs Zenginler ve mal sahiplerinin gururudur. Burada gurur edenler ve aldananlar çoktur. Bazıları mal ve parasını mescid, misafirhane ve köprülere harcarlar. Ama haramdan da harcamış olabilirler. Halbuki farz olan, haram parayı ve malı sahibine vermek idi. Bunu binalara harcamak, günahın artmasına sebep olur. Böyle yapmakla iyi bir iş yaptığını zanneder.
Bazıları hayırlı binalara helâlden masraf eder, fakat maksatları riyâ, gösteriş olur. Bir altın harcasalar, isminin pismiş tuğlalar üzerine yazılmasını ister ve yazar. Eğer yazma veya başkasının ismini yaz, Allahü Teâlâ kimin yaptığını bilir, deseniz duyuramaz sınız. Bunun alâmeti şudur ki, akraba ve komşularından ve fakirlerden bir ekmeğe bile muhtaç olanlar bulunduğu hâlde ve onlara vermek daha kıymetli olduğu hâlde onlara vermez. Çünkü tuğla üstündeki şu yazı, onların alınlarma yazılamaz: «Bunu filân hazret yaptırdı, Allah ömrünü uzun etsin».
Bazıları helâl malı ihlâs ile lyâni Allah rızası içini harcar. Lâkin mescidin yazı ve süslerine verir ve bunu bir hayır zanneder. Bundan iki kötülük doğar: Biri, namaz kılanların kalbini meşgul eder ve huşû’larını giderir. Diğeri de, evlerinin de böyle olmasını isterler. Dünya, gözlerinde süslü görünür ve hayırlı bir iş yaptıklarını sanırlar. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Mes cidleri süsleyince ve Mushaf’ı altın veya gümüşle yaldızlayınca, hâlinizden korkulur» (*). Mescidlerin imarı, gönüllerin dünyadan kesilip huşû’ üzere olmalariyle olur. Ne zaman ki hudû’ ortadan kalkar ve kalblere dünya ziynetleri hâkim olur, mescid o zaman viran olmuştur. O hâlde bu zavallı, mescidi viran eyliyor ve iyi bir iş yaptığını sanıyor.
Bazıları da, fakirlerin, kapısuıda birikmesini, sesli dilenmesini sevener. Yahut güzel sesle dilenenlere yahut tanınmış fakirlere sadaka verirler. Yahut hac yolunda harcayanlara, yanut hânkâha, tekkeye verir ki, herkesin onu bilmesini ve ona şükretmesini ister. Böylelerine, bu sadakayı gizli olarak yetimlere verirseniz hac yolunda harcamaktan daha kıymetlidir, deseniz, yanaşmazlar. Çünkü onların esas arzusu, o insanların kendisini övmesi ve ona şükretme leridir. Bununla iyilik ettiğini sanır.
Bir kimse Bişri Hâfî ile meşveret edip, «İki bin gümüşüm vardır, hacca gideceğim», dedi. «Gezmeye, görmeye mi, yoksa Allah rızası için mi gideceksin?» buyurdu. «Allah rızası için», dedi. «Git, bir kimsenin borcunu öde ve alma, yahut bir yetime ver, yahut çocukları çok olan bir kimseye ver. Çünkü, bir Müslümanın kalbini sevindirmek yüz nâfile hacdan üstündür», buyurdu. «Kalbimde hacca gitmek arzusu çok fazladır», dedi. «Bu parayı doğru yoldan kazanmadın, doğru olmayan yere sarfetmedikçe nefsin rahatlamaz», buyurdu.
Bazıları da o kadar bahil olmuşlardır ki, zekâttan fazla bir şey vermezler. Hattâ uşûr zekâtını, hizmetinde bulunan muallim veya talebeye verirler. Böylece onlann yanında bir yer ve mevki kazanmak ister. Bir hoca kendi ilim talebesine zekâtını verince, dersine gelmeyen talebesine vermezse, bunu icrâ organı yapmış olur. Talebeliğin karşılığı olarak verdiğini ve yine zekâtını da vermiş olduğunu zanneder. Bazan da, efendilerinin, büyüklerin, valilerin hizmetinde bulunan kimselere, verip onların yanında itibarı olması için bunları kendine iltimasçı eder. Bu kadarcık bir zekâtla, böyle maksatlarını elde ederler. Hattâ teşekkül ve övülme bekleyip, zekât verdiklerini de sananlar vardır!
Bazıları da bahilliklerinin çokluğundan zekât bile vermezler. Malı, parayı saklarlar. Bununla beraber zâhidlik iddia ederler. Gece sabahlara kadar namaz kılarlar, gündüzleri oruç tutarlar. Böyle kimseler, başı ağrıdığı zaman ayağının altına ilâç koyan kimseye benzer. Bu zavallı bilmez ki, hastalığı, çok yemek değil, bahilliktir. Bunun da ilâcı aç durmak değil, bol masraf etmektir. Mal sahiplerinin bu ve böyle gururları ve aldanmaları vardır. Bu kitapta anlatılan bilgiler gibi bilgi edinenler hariç, hiçbir sınıf bundan kurtulamaz. Böyle bilenler, tâatlerin, gururun, nefsin ve şeytanın aldatması zararlarını bilirler. Sonra Allah sevgisi onları istilâ eder ve zaruret miktarı hariç, dünya önlerinden çekilir. Ölümü, gözönüne getirirler ve onun için azık elde etmekten başka şeyle uğraşmazlar. Bu da, Allahü Teâlâ’nın kolaylık gösterdiklerine kolay olur. Allahü Teâlâ sevdiği ve razı olduğu şeylerle bize kolaylık versin.
Kimyâyı Saadet kitabının Mühlikât rüknü tamam oldu. Âlemlerin Rabbi olan Allahü Teâlâ’ya hamd olsun. Peygamberimiz Mu hammed Mustafa’ya, âline ve Allahü Teâlâ’nın seçilmiş kullan olan Ashabına salât ve selâm olsun…