PEYGAMBERİMİZ, tomurcuğunun yüzüne baktı. Gülün rengi gitmiş, yaprakları boyun bükmüştü.
Sararıp solmuştu Fatıma. Hazan rengi çökmüştü yüzüne.
Peygamberimiz, akşam hüznüne bürünmüş kızına şefkatle seslendi:
“Yaklaş ey Fatıma!”
Fatıma, babasına yaklaştı. Peygamberimiz buyurdu:
“Daha da yaklaş ey Fatıma!”
Fatıma, rahmet kaynağına yaklaştıkça yaklaştı. Sığınağına sokuldukça sokuldu. Peygamberimiz mahzun ve süzgün haldeki kızının karnının üzerine ellerini koydu ve parmaklarını açarak Rezzak’ına yöneldi:
“Ey açları doyuran, zorlukları ve sıkıntıları gideren Allah’ım! Kızımın sıkıntısını da gider.”
Bir babanın yavrusu için yürekten Rabb’ine el açmasıydı bu. Tüm şefkatiyle o kapıyı tıklatmasıydı. Yanan merhamet dolu yüreğiyle o kapıyı çalmasıydı. Öyle bir çalıştı ki bu… Öyle bir yönelişti ki bu yavrusu için.
Rahmet coşuverdi…
Rahmet kuşatıverdi…
Fatıma’nın yüzüne hemen kan gelmiş, sarılığı gitmişti. Gül yüze renk gelmiş, al al olmuştu.
Bu olaya şahit olan İmran b. Husayn, Hz. Fatıma’ya daha sonra bu olayı hatırlattığında Hz. Fatıma şöyle der:
“Ey İmran! O günden sonra hiç acıkmadım.”
Sevgili baba, sevgili kızını, Rezzak isminin sahibine götürmüştü. Rezzak, onu doyurdu, bir daha açlık hissetmemek üzere.
O babaydı…
O, Rezzak ismiyle çocuklarına yönelen bir Babaydı (a.s.m.)…