Riyazet Ve Kerametin Fazileti

By | 24 Eylül 2014

hasema

 

Şeriata Uymak Saadet YoludurAllah-u Teâlâ kuluna hayır dilerse, ona kendi nefsinin kusur ve ayıpla­rını görecek basiret verir. Kimin görüşü güçlüyse, kendi kusur ve ayıplarının hepsini bilir. Kişi kendi kusur ve ayıplarını bildiği zaman onları nasıl tedavi edeceğini ve onlardan kurtulmanın yollarını araştırır, öğrenir. Ancak insan­ların çoğu kusur ve ayıplarını bilmezler. Hatta bazen mü’min kardeşinin gö­zündeki çöpü görürse, kendi gözündeki merteği görmezler. İnsanın kendi kusur ve ayıplarını görmesi için dört yol vardır:

Birinci yol: Bir mürşide bağlanarak, onun irşadına tabi olmaktır. Zira, nıürşid nefsin kusur ve afetlerini ve onlardan kurtulmanın yollarını en iyi bi­lendir. Mürid şeyhin dediklerini yaparak kendi kusurlarını öğrenmeye baş­lar. Şeyh müridine nefsin ayıp ve kusurlarını açıklar ve tedavi yollarını öğre­tir. Fakat bu zamanda buna riayet eden çok azdır.

İkinci yol: Dürüst, basiretli, dini vecibeleri yerine getiren, birisini dost edinerek, onun kendisini devamlı kontrol etmesini istemesidir. Arkadaşı za­hiri batını olarak yaptığı herhangi bir kusur ve ayıptan dolayı onu uyarır. Es­kiden devlet büyükleri böyle yaparlardı. Kendilerini uyaracak insanlarla do­laşırlardı.

Hz. Ömer (r.a.) buhurdu ki:

”Allah’ın bağışı ve merhameti o kimseye olsun ki, bana ayıplarımı gös­terdi.” Selman-ı Farisî (r.a.)’ye devamlı ayıplarını sorardı. Bir gün kendisine: “— Benim ayıp ve kusurlarım nelerdir?” diye sordu.

 

Selman-ı Farisî (r.a.) Hz. Ömer (r.a.)’den af istiyerek şöyle dedi:

“— İşittiğime göre sofrada iki çeşit yemeğin ve iki pantolonun var­mış.”

Hz. Ömer (r.a.) “Bunlardan başka ayıbım var mı?” diye sordu:

Hz. Selman-ı Farisî (r.a.); “Hayır!” dedi.

Hz. Ömer (r.a.) devamlı Hz. Hüzeyfe (r.a.)’den kusur ve ayıplarını söy­lemesini isterdi. Bir gün ona şöyle sordu:

“— Sen peygamber (s.a.v.)’in münafıklar konusunda sır arkadaşıydın, ben de münafıkların alametlerinden var mı?”

Hz. Ömer (r.a.) büyüklüğü ve mertebesine rağmen kendi nefsini böyle kontrol altında tutardı. Bir kimse ne kadar akıllı ve derece bakımından üstün ise, kibir ve kendini beğenmişlik o derecede az olur. Zira insan kendi nefsini töhmet altında bırakarak birçok fazileti elde eder…

Artık bu hasletlere uyanlar çok azdır. Arkadaşlar arasında, dalkavukluk etmeyen, birbirlerine yağcılık yapmayan, birbirlerinin ayıplarını söyleyen dostlar kalmadı. Dostlar arasında birbirlerinin çekemeyen, ayıp olmayanları ayıp, ayıp olanları da ayıp saymayan çok insan vardır. İşte bu sebepten dola­yı Davud Tai (k.s.) insanlardan ayrılarak yaşardı. Bir gün:

“— Niçin insanlar arasına karışmıyorsun” diye sorulduğunda şöyle ce­vap verdi:

“— Benim kusur ve ayıplarımı gizleyen insanların içine karışıp ta ne yapayım! Dinine bağlı insanlar için en sevimli şey, başkalarından kusur ve ayıplarını öğrenmek isteyerek onları terk etmektir.”

İşte büyükler böyle yaşarlardı. Ne yazık ki zamanımızda bunun tersi yaşanmaya başlandı. Asrımızda insanların en kötüsü, ayıp ve kusurlarımızı söyleyendir. Bu imanın zayıflığından meydana gelmiştir. Zira kötü huylar yılan ve akrebin sokması gibidir. Şayet birileri elbisemizin altında akrep ve yılanın saklandığını söyleseler, onlara minnettar olur ve onu çıkartır öldürü­rüz. Halbuki, akrebin sokuşu bedene verdiği zararı birkaç gün içinde geçer. Ancak, kötü ahlâkın verdiği zararın sınırı yoktur. Onun zararı ömür boyu de­vam eder. Birisi bize kusurlarımızı söylerse, onu dinlemez, ayıplarını gider­mek için uğraşmayız. Aksine ona biz öğüt vermeye çalışarak şöyle deriz:

“— Sende şöyle şöyle yapmıyor musun? Senin de şu kusurların var.”

Onun nasihatlarından faydalanma yerine, ona düşmanlık etmeyi yeğle­riz, bu günahların çokluğu, kalbin katılığına delildir. Bunlar gerçekte imanın zayıflığıdır.

Temennimiz, Allah’ın bizi doğru yola ilham etmesi, ayıplarımızı göste­rerek basiret vermesidir. Ayıplarımızı tedavi etmeyle bizi meşgul etsin! Lûtfuyla ayıp ve kusurlarımızı bilip onlardan kurtulmayı bize nasip etsin!.. Bize ayıplarımızı söyleyene teşekkür etme büyüklüğünü göstersin!”

Üçüncü yol: Nefsinin kusur ve ayıplarını düşmanlarımızdan faydala­narak öğrenmek. Düşman dostunun ayıplarını ve kusurlarını kinle ortaya çı­karır ve onların gözlerinden düşmanlık akar, çıkarı olduğu zaman dalkavuk­luk yapar, kusurlarını gizler, kendinde olmayan özelliklerle över… İnsanın tabiatı, düşmanına haset etmeye onun dediklerini yalanlamaya meyillidir. Ancak basiretli kişiler düşmanların sözlerinden hangisi faydalı, hangisi za­rarlı olduğunu bilirler. Zira insanın kusurları düşmanların diline düşmüştür. Onları işiterek kusurlarından arınmaya çalışırlar.

Dördüncü yol: İnsanlar arasına karışarak, gördüğü çirkin huyları ken­disinde varmışçasına davranarak onlardan kurtulmaya çalışır. Çünkü mü’min mü’minin aynasıdır. Başkalarında görmüş olduğu kusur ve ayıpları kendinde de görecek, insan nefsinin, hevaya uymaya meyilli olduğunu bilir. Birinde çirkin huy gören hemen kendinde öyle bir huyun olup olmadığını araştıra­rak, varsa ondan temizlenmeyi gaye edinir. İnsan için öğüt olarak bu yeterli- dir. Şayet her insan, diğer insanlarda gördüğü çirkin huyları görüp kendisini onlardan temizleseydi, öğütçülere ihtiyaç kalmazdı. Bir gün Hz. İsa (a.s.)’a:

“— Seni kim terbiye etti?” diye sordular. Hz. İsa (a.s.) şöyle cevap ver­di:

“— Beni kimse terbiye etmedi, cahilin cehaletine, ahlâksızın ahlâk­sızlığına bakarak ibret aldım ve ona göre yaşadım!” dedi.

Bunlar nefislerini çirkin huylardan temizlemeyen, başkalarının kusur ve ayıplarını görüp ibret almayan, kendini kötü huylardan arındıramayan ve kendini irşad edecek bir mürşid bulamayanlar içindir. Şayet birisi, mürşidi kamil bulursa ona tabi olsun ve ona muhkemce sarılsın.

 

Anlattıklarımızı düşünüp, ondan ibret almaya çalışanların basiretleri açılır. Kalb illet ve hastalıklarının tedavi yolları, ilim ve yakın nuruyla kalbi­ne doğar. Bunları yapmaktan aciz olanlar, taklidi olsa da, hemen geciktirme­den iman etmelidir. Zira ilmin dereceleri olduğu gibi, imanın da dereceleri vardır. İlim imandan sonra meydana gelir. Çünkü ilim imanın arkasındadır. Zira Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Allah iman etmiş ve ilim verilmişlerin derecelerini artırır.” (Mü­cadele/l 1)

Şayet bir kimse “Allah’a götüren yolun nefsin isteklerine aykırı dav­ranmak olduğunu doğrular ve bunun sebebini bilmez vakıf olmazsa, o sade­ce âyete iman etmiş olanlar kısmının içindedir. Şayet nefsin isteklerine karşı gelmenin Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya sebep olduğunu ve onun sebep ve sırlarına vakıf olan, onları bilip iman ederse, ayetteki, iman edenler ve ilim verilmişlerden sayılır. Allah-u Teâlâ her iki zümreyi de cennetle müjde­lemiştir. Bu konuda birçok ayet ve hadisler mevcuttur. Zira, Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Nefsini hevadan sakmdıranlar için, cennet ne güzel sığınaktır.”

(Nazirat/40-41)

“İşte onlar, Allah’ın takva için kalplerini imtihan ettiği kişilerdir.”

(Hucurat/3)

Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

Mü’min beş belâ arasındadır:

1-                      Mü’min ona hased eder.

2-                      Münafık buğz eder.

3-                      Kâfir öldürmek ister.

4-                      Şeytan doğru yoldan ayırmaya çalışır.

5-                      Nefis kendisiyle durmadan çekişir.

Nefis insanın en büyük düşmanlarındandır. Onun için onunla mücadele etmek vaciptir.

Rivayet edildiğine göre Allah-u Teâlâ Davud (a.s.)’a şöyle bildirdi:

“Ey Davud ashabını nefsin isteklerine uymaktan alıkoy! Çünkü nefsî isteklerin esiri olan kalplerin, akılları ile arasında perde vardır.”

İL _________________________

Hz. İsa (a.s.) buyurdu ki:

“Görmediğin, fakat geleceğinden, zerre kadar şüphe olmayan ahireti düşünerek nefsi isteklerden uzaklaşan kişiye ne mutlu!”

Peygamber (s.a.v.) ve ashabı bir savaştan dönüyorlardı. Peygamber (s.a.v.) onlara şöyle dedi:

“— Küçük cihaddan büyük cihada dönenlere merhaba…”

Ashab dedi ki:

“— Ey Allah’ın Elçisi büyük cihad nedir?”

Rasûlüllah (s.a.v.) dedi ki:

“— Nefs ile savaşmak, büyük cihaddır.”

Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Mücahid, Allah’ın emirlerine itaat için, nefsiyle mücadele eden kim­sedir.”

Süfyan-ı Sevri (k.s.) dedi ki:

“Nefsin terbiye ve tedavi etmek kadar hiçbir şey bana zor gelmedi. Zi- -a nefı zaman zaman benden, zaman zaman şeytandan yana olurdu.”

Musullu Ebu Abbas (k.s.) nefsine şöyle derdi:

“— Ey nefsim, ne dünyada sultanlarla beraber olarak, dünya nimetle- inden faydalanarak zevk-ü sefa içinde yaşadın. Ne de, Allah’a kulluk eden bid kullar gibi cihad edebildin. Korkarım ki sana uyduğum için cennet ce- ennem arasında tıkılıp kalacağım. Ey nefis sen ne utanmaz varlıkmışsın!..”

Haşan Basri (k.s.) dedi ki:

Nefsi isteklere vurulacak gem, en vahşi ve azgın hayvanlara bile urulmaya layık değildir.”

Yahya ibn-i Muaz Razi (k.s.) dedi ki:

“Riyazet kılıcı ile nefsinle mücadele et! Nefsin, heva ve hevesini ve is- klerini kırmanın dört yolu vardır:

1 – Az yemek.

2-                      Az uyumak.

3-                      İhtiyaç kadar konuşmak (az konuşmak).

4-                      Bütün canlılardan gelecek ezalara karşı sabırlı olmak…

Az yemek, nefsi istekleri söndürür. Az uyumak, iradeyi güçlendirir. Az

konuşmak, insanı musibetlerden selamete çıkarır.

Yahya ibni Muaz (k.s.) dedi ki:

İnsanın düşmanı üçtür.

1-                      Dünya sevgisi.

2-                      Şeytana uymak.

3-                      İhtiras sahibi olarak, nefsin isteklerine uymak…

Dünya nimetlerine karşı gelerek, nefsin isteklerine zıt davranarak züht sahibi olmalıdır.

Bir Ehl-i Hikmet şöyle demiştir: .

“— Nefis kime hakim olursa, o nefsin isteklerinin mahkûmu olur. He­veslerin zindanında mahkum kalır. Yularını nefsin eline verip helâk olur. Nefsin istediğini yapar ve yapmak istediği iyiliklerden uzaklaşır.”

Cafer ibn-i Hamid (k.s.) dedi ki:

Alimler ve sofiler, Naim cennetine ancak nefsi isteklere uymayanların gireceğinde ittifak ettiler.”

Yahya ibn-i Varrak (k.s.) dedi ki:

“— Kim arzularını nefsi isteklerinin emrine verirse, kalbine pişmanlık ağacı dikmiş demektir.”

Vehb ibn-i Verd (k.s.) dedi ki:

“— Kuru ekmeğe razı olmayan, ona kanaat etmeyen, nefsin buyruğuna itaat etmeye başlamıştır.”

“Dünyada nefsi isteklere uyan, zelil olmaya kendini hazırlasın!”

Rivayet edildiğine göre;

Yusuf (a.s.) Mısır hükümdarlığına geçmek üzere tören yapılırken kra­lın hanımı Yusuf (a.s.)’a şöyle dedi:

“Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ve teşbih ederim ki, Allah günahları sebebiyle sultanları köle, kendine itaat edenleri de hükümdar yapar. Hırs ve nefsi istekler, sultanları köleleştirir. Bu bozgunculuk yapanların cezasıdır. Sabır ve Allah’tan korkmak ta köleleri sultan kılar. Bu da onların mükâfatıdır.

Kur’an’da bildirildiği gibi Yusuf (a.s.) şöyle dedi:

“Kim Allah’tan korkar ve sabrederse, muhakkak ki Allah iyilik yapanların amellerini zayi etmez.” (Yusuf/90)

 

Cüneyd Bağdadî (k.s.) şöyle buyurdu:

Bir gece uykum gelmedi, kalktım. Zikretmek istedim. Fakat daha ön­celeri aldığım tadı bulamadım. Uyumak için tekrar yatağa uzandım. Fakat yine uyuyamadım. Ayağa kalkarak, dışarı çıktım. Yolda abasına sarılmış bir adam gördüm. Adam beni görünce şöyle dedi:

“— Ey Cüneyt benim için biraz vaktin var mı?” dedi.

Ben:

“— Efendimiz bize izin vermedin mi?” dedim. O dedi ki:

“— Evet! Allah’tan bana gelmen için senin kalbinin bana yönlenmesini istedim!”

Ben ona:

“— Ne istiyorsun veya nedir derdin?”

Dedi ki:

“— Nefsin hastalığı ne zaman nefse ilaç olur?”

“— Nefsin isteklerine muhalefet ederek aksi yapıldığı zaman” dedim.

Nefsine dönerek şöyle dedi:

“— İyi dinle, ben bunu sana yedi kere söyledim. Ancak illede Cü­neyt’ten işitmek istedin. Bak o da aynı şeyi söyledi!”

Bunları söyleyip sonra gitti. Onun kim olduğunu hala bilemedim.

Yezid Bekkarî (k.s.) dedi ki:

“— Benden soğuk suyu uzaklaştırın, umarım ki, ahirette ondan mah­rum kalmam!”

Biri, Ömer ibni Abdulaziz’e şöyle dedi:

“— Ne zaman konuşmalıyım?”

Ömer:

“— Susmak istediğin zaman.”

Dedi ki:

“— Ne zaman susayım?”

“— Konuşmak istediğin zaman!”

Hz. Ali (k.v.) buyurdu:

“— Cenneti isteyen, onu bekleyen, dünyada nefsi isteklerden sıyrıl­sın!”