Mekke’nin Tarihi

By | 3 Nisan 2015

Mekke'nin Tarihi ?Mekke’nin Tarihi

Bize Abdullah ibnu Yusuf bildirip şöyle dedi: Bana Leys bil­dirip şöyle dedi: Bana Said, O da Ebu Şurayh’tan bildirdi. O Amr ibnu Said’e dedi ki: (O Medine’nin emiri olup Yezid ibnu Muaviye’nin hila­fetine beyat etmeyip Mekke’ye sığınan Abdullah ibnuz-Zubeyr’e karşı onun öldürülmesi için ordu gönderiyordu.)

-Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin Mekke’nin fethinin ikinci gü­nünde hutbe de söylediği sözü söylememe izin ver. Ki ben konuştuğun­da onu gözlerim gördü, kulaklarım işitti ve kalbim ezberledi. Allah’a hamd edip O’nu övdükten sonra şöyle dedi: “Muhakkak ki Mekke’yi in­sanlar değil, Allah haram kılmıştır. Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir kimsenin orada kan dökmesi (adam öldürmesi), baltayla ağacını kesmesi helal değildir. Şayet biri çıkarda Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme orada savaşması için ruhsat verildi, (derse) ona deyin ki: Muhakkak ki Allah peygamberine izin verdi size değil. Allah bana ancak güneşin doğuşundan ikindi vaktine kadar savaşmam için izin verdi. Bundan sonra da dün haram olduğu gibi bugün haramlılığı geri döndü (yani haramlılığı devam etmektedir). Burada hazır bulunan bulunmayana bildirsin.”

Ebu Şurayh’a denildi ki: Amr ne dedi? Dedi ki: Ey Ebu Şurayh: Ben senden daha iyi biliyorum. Mekke hiçbir âsiyi, ölüm fermanı imzalan­mış hiçbir kaçağı ve de firar eden bir hırsızı barındıramaz.

Vaaz

Abdullah İbnü’z-Zübeyr, Muaviye’nin oğlu Yezid’e bey’at etmekten kaçınarak Harem’e (Mekke’ye) sığındığında, Yezid’in Medine valisi olan Amr İbn Said onunla savaşmak üzere Mekke’ye ordular gönderiyordu. Bu olay meşhurdur. Muaviye kendisinden sonra oğlu Yezid’i hilafet için veliahd kıldı. Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ve Zübeyr’in oğlu Abdullah dışındaki insanlar ona biat ettiler. Hz. Ebû Bekir’in oğlu Muaviye’den önce ölmüştü. Hz. Ömer’in oğlu ise, Muaviye’nin ardından onun oğlu Yezid’e bey’at etti. Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin, kendisine bey’at etmek üzere davet edildiği Kûfe’ye doğru yola çıktı. Bu yolculuk onun öldürülmesine sebep oldu. Zübeyir’in oğlu ise kurtuldu. Ona “Beytullah’a sığınan kişi” deniliyordu. Mekke’ye hakim oldu. Muaviye’nin oğlu Yezid, Medine’deki yöneticilerine ona karşı ordular göndermelerini em­rediyordu. Sonunda Medine’liler Yezid’i halifelikten azletme konusun­da anlaştılar.

Hadiste geçen Ebu Şurayh’ın “İzin ver” sözü, yadırgama amacıyla edebe uygun tarzda, zalim yöneticilerin hakkı kabul etmelerini kolay­laştırmak için söylenmiş bir sözdür.

Hz. Peygamber’in onu insanlar haram kılmadı” sözü, insanların onu haram kılmak için anlaşma yapmadıklarını bunun Allah’ın vahyi ile olduğunu ifade etmektedir.

Hz. Peygamber’e yalnızca fetih günü savaşma izni verilmiştir. İzin verilen şey de ağaçların koparılması değil, savaşmaktır.

“İsyankârı barındırmaz”: Yani hiçbir isyankârı, kendisine had ce­zasının uygulanmasından koruyamaz.

“Zimmetinde kan (borcu) olan hiçbir kaçağı”: Yani bir kimseyi öl­dürmüş olan kişi, kendisine kısas yapılmasın diye Mekke’ye sığındı­ğında Mekke onu koruyamaz.

Mekke’nin sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilen çevresine Harem (yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz) adının verilmesinin sebebi, zararlılar dışındaki canlıların öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin haram sayılması, her türlü tecavüzün yasaklanarak buranın güvenli ve dokunulmaz kılınmasıdır.

Kuran-ı Kerim de insanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabedin Mekke deki mübarek ev (Kâbe) olduğu,bildirilmiştir. Kabe’ye EI-Beytül Haram, onu çevreleyen mescide, El-Mescidül Haram, Mekke şehrine de “Harem” denilmiş, diğerlerinden farklı olan ilahi feyiz ve berekete, insanların manevi açıdan temizlenme ve arınmalarına mahal kılındığı, ayrıca korunmuş ve saygıya değer olduğu belirtilmiştir. Resul-i Ekrem de Mekke’nin fethedildiği gün yaptığı konuşmasında, bu beldenin yer­lerin ve göklerin yaratıldığı gün Allah tarafından haram kılındığını ve kıyamete kadar da böyle kalacağını ifade etmiştir. Hz. Peygamber yer­yüzünde Allah’a en yakın ve sevimli olan yerin Kâbe ve çevresi olduğu­nu söylemiştir. Harem’in başka bir hususiyeti ise orada işlenen sevap ve günahların karşılığınında fazlasıyla görüleceğidir. İlk defa İbrahim aleyhisselam tarafından tespit edilen Mekke Hareminin sınır noktala­rı “alem” adı verilen taşlarla işaretlenmiştir. Ana yolların üzerindeki alemler açıklayıcı bilgilerin yazıldığı duvar şeklinde bir yazı iken diğer alemler genel olarak bir taş yığınından ibarettir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’nin fethinden sonra bu alemleri yenilettiği gibi tarih boyunca çeşitli dönemlerde de yenilenerek Mekke hareminin sı­nırlarının belirgin kalmasına özen gösterilmiştir.

Mekke hareminin sınırları, Medine yönünde Ten’im, Yemen tara­fında Edaetüllibn, Cidde istikametinde Hudeybiye’nin uç noktasındaki Şümeysi, Ci’rane cihetinde Abdullah bin Halid mahallesi, Irak yönünde Zatüırk yolu üzerinde Cebelünnakva, Karnülmenazil yolu üzerinde Ce- belülmakta, Taif yönünde Arafat yakınındaki Ürene vadisi şeklindedir. Harem ile mikat yerleri arasında kalan bölgeyede Haremdeki yasakla­rın kalkması sebebiyle Hil denilmektedir.

Hz. Aişe Resul-ü Ekrem ile veda haccını yaptıktan sonra Teni’m de ihrama girerek umre yapmıştır.Yakınlığı sebebiyle umre ihramı için en çok tercih edilen bu yerdeki Mescid-i Aişe onun hatırasını taşır.

Kabe: Allah Teâlâ’nın rızası için yeryüzünde ilk inşa edilen mescid; Mekke, Beytullah’ın bulunduğu Mukaddes şehir. Bu şehrin Kur’ân-ı Kerim’de geçen isimleri ise: Bekke, Ümmü’l Kura ve Beledü’l-Emindir Bazıları Mekke’nin, hem şehir hem de “Beyt”i karşılayan bir isim olduğunu söylerlerken; diğer bazıları da Mekke’nin, Harem’in tamamını kapsayan kısmına; Bekke’nin ise mescite has bir isim olduğunu ifade etmişlerdir. Mekke ve Bekke, Babil dilinde beyt ‘ev’ anlamında olup, Amalikalılar tarafından bu yerin ismi olarak kullanılmıştır.

Kimisi mescitin bulunduğu yere Bekke, onun çevresine ise Mekke denildiğini söylemekte; dilciler ise Mekke ile Bekke’nin aynı şeyi ifade ettiğini kabul etmektedirler. Coğrafyacı Batlamyus Mekke’yi Macorab- ba adıyla bilmekteydi.

Mekke, Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısında­ki Cidde limanının yüz km. doğusunda olup güneyinde aynı uzaklıkta sayfiye yeri olan Taif şehri bulunmaktadır. Medine’ye olan uzaklığı ise yaklaşık olarak dörtyüz km. dir. Yengeç dönencesinin güneyinde, 21° 30′ enlem ve 40° 20′ boylamları arasında bulunmaktadır. Mekke, doğu tarafındaki Ebu Kubeys dağı ile batı yönündeki diğer dağlar arasında güneye meyilli dar bir vadide, adı geçen dağın eteğinde bulunmakta­dır. Bu vadi bir hilâl şeklinde aşağılarda Kızıl denize doğru yönelmek­tedir. Burası Arabistan’ın Tihame ve Necid bölgeleri arasında bir set oluşturan Hicaz dağlarının iki boğazının kesiştiği noktadır. Kâbe ve onu çevreleyen Mescid-i Haram, şehrin ortasında bulunur. Hemen ya­nında Safa ve Merve tepeleri bulunmaktadır. Bu vadide şehrin kurul­duğu kısım Batın-ı Mekke olarak adlandırılmakta, Mescid-i Haramın bulunduğu çukur yere ise el-Batha denilmekteydi.

Mekke’nin havası, bilhassa yaz aylarında oldukça sıcaktır. Kış ay­larında ise lâtif bir havası vardır. Her tarafı taş kayaları ile çevrili olan Mekke’de tek su kaynağı Zemzem’dir. Bunun yanında halk, su ihtiya­cını karşılamak için kuyular açmış ve sarnıçlar yapmışlardır. Şehrin su problemini kökünden çözümlemek isteyen Harun er-Reşid’in eşi Zübeyde Hanım, üç günlük uzaklıktan su getirme girişiminde bulun­muş, ömrünün vefa etmemesi yüzünden bu projenin ancak Arafat’a kadar olan kısmı gerçekleştirilebilmiştir. Bu proje ancak Kanunî’nin kızı Mihriman Sultan’ın girişimiyle tamamlanabilmiş ve Mekke ihtiyaç olduğu ölçüde suya kavuşmuştu.

Çok az yağmur alan ve kurak bir iklime sahip olan Mekke’de ku­raklığın bazan dört yıl sürdüğü olurdu. Yemen taraflarını mümbit hale getiren meltem yağmurlarının buraya kadar ulaşan kısmı şehrin doğu tarafında birbirini takip eden tepeler ve yamaçlarda biriken yağ­mur suları halinde bir araya gelerek şehrin merkezine doğru akar ve Harem’in avlusuna ulaşırdı. Kışın nem oranının yükselmesi ile bazan çok şiddetli yağan yağmurlar, bir sel halinde şehrin bulunduğu alçak bölgenin sular altında kalmasına sebep olurdu. Mekke için bir felâket halini alan ve Beytullah’ı tehdit eden bu problemin çözümlenmesi için Mekke’nin fethine kadar hiç bir çabanın gösterilmediği görülmekte­dir. Raşid Halifeler döneminde Mekke’yi bu sel baskınlarına karşı ko­rumak için bazı önlemler alınmıştır. Mekke ve etrafındaki arazilerin taşlık oluşu ve suyun yokluğu ziraat için hiç bir faaliyete izin verme­mektedir.

Mekke nin ortaya çıkışı Adem (a.s.)’a kadar uzanır. Adem (a.s.) yeryüzüne indirildiğinde Mekke’de Beytullah’ın bulunduğu bu gün­kü yerde bir mabet inşa etmekle görevlendirilmişti. Tarihçiler, Adem (a.s) m Hindistan tarafından yeryüzüne indiğini kabul etmişlerdir. Onun, kırk defa Mekke’ye giderek haccettiği kabul edilirse bu durum bizi Mekke vadisinin ilk insanla birlikte, seçilerek kutsal kılındığı so­nucuna ulaştırır.

Hz. Âdem tarafından inşa edilen Beytullah, Nuh (a.s.) zamanına kadar varlığını sürdürdü, Tevhidden yüz çevirip putperest bir hayat yaşamaya başlayan Nuh kavmi, tufanla helâk edilince, Beytullah yer­yüzünden kaldırılmıştı. Başka bir rivayete göre ise, Beytullah’ın bulunduğu noktaya, Cennetten bir yakut indirilmiş, Tufan esnasında bu yakut göğe kaldırılmıştı.

Bu rivayetler çerçevesinde düşünüldüğünde Mekke’nin insanlık tarihinin başlangıcı ile birlikte, bir yerleşim yeri olma özelliği göster­meye başladığı anlaşılır. Ayetlerde zikredildiği gibi Beytullah, insanla­rın ibadet etmesi için yeryüzünde inşa edilen ilk yapı (Âl-i İmrân, 96) ve Mekke, şehirlerin anası (Ümmü’l-Kura)’dır (En’am, 92). Kur’an-ı Kerim’deki bu tür ifadeler, yukardaki nakilleri doğrular niteliktedir. Ancak Taberi’nin Ebu Zer-Allah ondan razı olsun-’den naklettiği bir ha­disi şerifte şöyle denilmektedir: “Ya Resulallah! Yeryüzünde ilk mescit hangisidir” dedim. O, Mescid-i Haram’dır” dedi. “Sonra hangisidir” de­dim. Mescid-i Aksa’dır” dedi. Aralarında kaç yıl olduğunu sorduğumda da; “kırk yıl” dedi”. Mescid-i Aksa’nın inşası Süleyman (a.s.) tarafından bitirilmişti. Mescid-i Aksa’nın Beytullah’tan kırk yıl sonra inşa edil­mesi haberi, Süleyman (a.s.)’ın bu Mescidi ikinci kez inşaya başlamış olması anlamına gelir. Çünkü bu habere göre Mescid-i Aksa’nın bulun­duğu yerde, ya bizzat İbrahim (a.s.) veya oğlu İshâk (a.s) tarafından bir mescit inşa edilmiş olmalıdır.

İbrahim (a.s)’in Hacer’i oğlu İsmail ile birlikte getirip bu ıssız va­diye bırakmasından öncesi hakkındaki tarihi bilgiler, bazı yorumlama­lar ve çıkarımlar üzerine bina edilmiş olup oldukça yetersizdir.

Hacer, henüz süt çocuğu olan İsmail’le Allah Teâlâ’nın emri doğ­rultusunda Mekke’ye bırakıldığı zaman Mekke, su kaynağına sahip olmayan ve yakınlarında hiç bir insan topluluğunun bulunmadığı bir yerdi. Yanlarındaki suyun tükenmesi üzerine, Hacer’e sunulan Zem­zem suyu bu vadiye yeni bir gelecek hazırlamıştı. Yemenli bir toplu­luk olan Curhumîler’den bir grup Mekke vadisinin aşağı taraflarına konaklamak istediler. Bu arada yakınlarda bir su kaynağının varlığını gösteren kuşlar gördüler. Biraz araştırmadan sonra, Zemzem’in yanı­na ulaştılar. Bu topluluk Hacer’den Zemzem’e yakın bir yere yerleşmek için izin istediler. Suyun kendisine ait kalması şartıyla onların bu iste­ğini kabul etti. Böylece, başka insanlar da gelip yerleşerek buranın bir yerleşim merkezi haüni almasını sağladılar.

İsmail (a.s.), büyüyüp delikanlılık çağına geldiğinde, Hacer vefat etti. İsmail, Curhümlüler’den bir kız evlenip, onlarla akrabalık kur­muş ve onlardan Arapçayı öğrenmişti. İbrahim (a.s.), sürekli olarak Mekke’ye gelip Hacer ve oğlu İsmail’i ziyaret ediyordu. Yine bir defa­sında Mekke’ye geldiğinde, Allah Teâlâ’nın kendisine burada bir “beyt” yapmasını emrettiğini söylemiş ve birlikte Kâbe’nin inşasına başla­mışlardı. Beytullah’ın tamamlanmasından sonra Allah Teâlâ Haccm nasıl yapılacağını İbrahim (a.s.)’a bildirmiş ve Mescid-i Haram’a giren

herkesin emniyet ve güvenlik içinde bulundukları hükmünü getirmişti (Âl-i İmran, 3/97).

İsmail (a.s.)’ın nesli burada çoğalıp dururken, Yemen’den göç edip buralara gelen Huzaalılar, Curhümîlerden yerleşme izni istemiş, red cevabı almaları üzerine onlarla savaşarak şehri ele geçirmişlerdi. İsmailoğulları bu savaşta tarafsız kaldıkları için Huzaalılar onlara dokunmamışlardı. Huzaalılar 207’de Mekke’ye hakim olmuşlar ve bu hâkimiyetlerini üçyüz yıl sürdürmüşlerdi. Huzaalılar Mekke’de, İb­rahim (a.s.)’in dininden büyük sapmalar göstermiş ve putperestliğin yaygınlaşmasını sağlayarak insanları dalâlete sürüklemiş, Hubel adın: da bir put dikip ona tapınmışlardı. Bu putperestlik İsmail (a.s.)’ın so­yunu da etkisi altına almış; istisnalar hariç Hanif dinine mensup kimse kalmamıştı. Huzaalılar İsmail (a.s.)’in nesli olan Kureyş’in güç kazan­masına kadar Beytullah’ın sahibi olma durumlarını korumuşlardı. 440 yılında Kusay, Kureyş’i toparlayıp, Huzaalılarla savaşa tutuşmuş ve onları şehirden uzaklaştırmıştı. Kusay, Huzaalılarla olan mücadelesi esnasında Kuzey Arabistan’ın büyük kabilelerinden biri olan Kuda’a kabilesinin başkanı olan üvey kardeşi tarafından desteklenmişti,

Kusay, emretme gücünü ele geçirmesinden sonra, Mekke’deki idari ve sosyal yapıda bazı değişiklikler yaptı. Mekke’nin merkezi olan Beytullah’ın etrafına kendi kabilesi Kureyş’e mensup çeşitli boyları yerleştirdi. Burada oturan Huzaalılar’ı ise şehrin dışında ikamet etmek zorunda bıraktı. Şehrin mutlak hakimi olmakla birlikte Kusay, toplu­mun genel işleriyle alâkalı bazı görevleri Kureyş’in dışındaki kabile­lere verip hoşnut etme yoluna giderek, onları Kureyş’e bağlamış oldu. Bu görevlerin önemli bir kısmı Hac ibadeti ile alâkalı idi ve Mekke’den çok uzak yerlerdeki bazı kabileler de bu görevlerin yerine getirilmesi­ne katılıyorlardı.

Kusay, Mekke şehir devletinin parlemantosu niteliğinde olan Daru’n Nedve’yi kurmuş ve bunun yanında, toplumun idaresi ve dini gö­revlerin yerine getirilmesi ile alâkalı kurumlar ihdas etmişti.

Daru’n-Nedve’nin başkanlığı, savaş sancağı muhafızlığı, Kâbe’nin hizmetleri, hacılara içecek su ve vergilerden elde edilen gelirden ha­cılara yemek verme gibi görevler bizzat Kusay tarafından yerine ge­tiriliyordu. O, vefat ettiği zaman bu görevleri dört oğlundan ikisi olan

Abdu’d-Dâr ve Abdul Menaf’a kalmasını vasiyet etmişti.

Mekke, eski Grek şehirlerinde olduğu gibi yukarı şehir (Malat) ve aşağı şehir (Mesfele) olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Kureyş’in ileri gelen ve lider konumunda olan kimseleri Malat denilen şehrin yukarı kısmında oturuyordu. Başkan Kusay’ın evi ise Beytullah’ın tam karşı­sında idi ve toplumun problemlerinin görüşülmesi bu evde yapılırdı. Daru’n-Nedve olarak adlandırılan yer, Kusay’ın ölümünden sonra şe­hir meclis binası olarak tahsis edilen bu evdir. Mekke’nin kırk yaşını doldurmuş bütün sakinleri, meclis toplantılarına iştirak edebilirler­di. Ancak, pratikte belirli aile başkanları ve kabile ileri gelenlerinden başkalarının bu toplantılara iştirak ettiği görülmezdi. Daru’n-Nedve en hareketli günlerini kuruluşundan uzun zaman sonra, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in davetini engellemek ve inananları sindir­mek için yapılan toplantılar sebebiyle yaşamıştır. Mekke’li müşrikler, Mekke şehir devletinin parlemontosunda kararlar alarak İslâmî yok etmeye çalışmışlardır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, ise ilk zamanlardan başlayarak bu parlementoya (Daru’n-Nedve’ye) karşı Erkam’ın evini (Daru’l-Erkam) karargâh yaparak mücadelesini sür­dürmüştür.

Bütün Mekkelilerin ortak meclisi olan Daru’n-Nedve’nin yanında bir de her soyun kendilerine ait “Nâdî” denilen toplantı yerleri var­dı. Bu Nâdîlerde de İslâm mesajını yok etmek için sürekli küçük çap­lı toplantılar düzenlenmekteydi. Gerek Daru’n-Nedve’de ve gerekse Nâdîlerde yapılan toplantılar basit de olsa bir protokol çerçevesinde olurdu. Bu mekanlar siyasî ve askeri kararların alındığı yerler olmaları yanında, sosyal faaliyetlerin de yürütüldüğü yerlerdi.

Mekke bir şehir devleti olmakla birlikte, otorite tek bir kimsenin elinde değildi. Kusay, Mekke’de hâkimiyeti eline geçirdiği zaman, ya­bancılar üzerinde olduğu kadar kendi kabilesi üzerinde de mutlak bir hâkimiyete sahipti. Ancak o, İdarî imtiyazları oğulları arasında bölüş­türmüş olduğundan dolayı bir hükümdarlık idaresine geçiş olmamıştı. Oligarşik bir yönetim tarzına sahip olan Mekke, Bizans İmparatoru’nun sağladığı büyük desteğe rağmen Osman İbnu’l-Hüveyris’in krallığını tanımamış; Bizansla olan İktisadî ilişkilerini tehlikeye düşüreceğini bildikleri halde onu alaya almışlardı. İslâm vahyinin başladığı sıralarda

Mekke on kişilik bir şûra tarafından idare ediliyordu. Ancak idarenin işleyişi hakkında açık bilgi veren kayıtlar yoktur. Bazı rivayetlerde altı ile on arasında memuriyetin bulunduğu zikredilir. Ancak hiç bir kazaî yetkisi olmayan bu memuriyetlerin ihdas edilmesi, eşraf zümresinin öğünme duygularını tatmin gayesine yönelikti.

Mekke’de dini hayat tamamen putperestlik üzerine bina edilmişti. Bu putperestlik, İbrahim’in tevhid dini çerçevesinde ortaya koyduğu ibadetlerle iç içe girdirilmişti. Mekke’li müşrikler Allah’ı, herşeyin yara­tıcısı olarak kabul ederken bir çok meselede putları ona ortak koşarlar, onları kendilerine ilâhlar edinirlerdi. Beytullah ve haccın Arabistan’ın diğer bölgelerini de ilgilendiren bir husus olması, Mekke’ye, yarıma­danın dini merkezi olma konumunu kazandırıyordu. Cahilî âdetler üzere yapılan haclarda, hacıların ihtiyaçlarını karşılamak için bir ta­kım faaliyetler yapılırken, bizzat Beytullah’ın bakımı için de çalışmalar yapılırdı. Bu işlerle alâkalı görevler, babadan oğula geçmek suretiyle üstlendirdi.

Mekke’de İslâm öncesine ait oturmuş bir hukukî sistemin varlı­ğından sözedilmesi mümkün değildir. Halk ihtilâfa düştüğü konularda kabile reislerinin hakemliğine başvururdu. Eğer problem bu şekilde halledilemezse kemal ve hikmet sahibi olarak ün yapmış bazı şahsi­yetlerin hakemliğine başvurulurdu. Bunlardan biri olarak Halid’in babası Velid zikredilebilir ki o, “el-Adl” lakabıyla tanınmaktaydı. Yine Haceru’l-Esved’in* yerine yerleştirilmesi esnasında çıkan ihtilâfın çö­zümünün havale edileceği hakem tesadüfe bırakılmıştı ve bu Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’e isabet etmişti. Ancak hakemlerin verdiği kararları infaz edecek bir kurum yoktu ve çoğu zaman hake­min haklı gördüğü kimse güç kullanarak hakkını almak zorundaydı. Hukuki işlerin yürütülmesinde fal ve kehanet gibi hurafelerin çok et­kisi vardı. Mekkeli veya yabancı olsun haksızlığa uğrayan kimselerin hakkını almak için tamamen fahri olarak oluşturulmuş bir kurum olan Hilfu’l-Fudûl, fonksiyonunu oldukça etkili bir şekilde yerine getirmek­teydi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in de bu gruba üye oldu­ğu bilinmektedir,

Mekke, tarım açısından hiç bir özelliği olmayan susuz ve taşlık bir arazide kuruludur. Bu durumda halk, geçimini ve ihtiyaç duyulan haddeleri sağlamak için ticarî faaliyetlere yönelmek zorunda kalmış­tır. Bu yüzdendir ki diğer bölgelere nazaran Mekke’nin Arabistan yarı­madasında önemli ve merkezi bir yeri vardır. Mekke’deki ticari faaliyet yaz-kış yoğun bir şekilde kesintisiz olarak sürerdi. Yaz seferleri Suriye taraflarına, kış seferleri ise Yemen taraflarına gönderilen kervanlardır. Bu ticarî kervanlar Mekke için o kadar önemli idi ki, Allah Teâlâ; “Kış ve yaz yolculuklarında kendilerini güvenlik ve esenliğe kavuştur­duğu için onlar bu Beyt’in Rabbine ibadet etsinler” (Kureyş, 2-3) buyurmaktadır.

Bu ticarî faaliyetler, yıl boyu bütün Arabistan Yarımadasını dola­şacak şekilde düzenlenen panayırlar ve Suriye, Filistin ve Yemen ta­raflarına düzenlenen kervanlarla yapılmaktaydı. Otoriteden yoksun ve anarşi içerisindeki Arap Yarımadasında bu tür İktisadî teşebbüsleri emniyet altına almak oldukça güç bir konu olmakla birlikte, barış ve güvenlik ayları olarak tesbit edilmiş haram aylar içerisinde bu emni­yet tam olarak sağlanıyordu. Bu konuda bile Mekke’nin ayrıcalıklı bir konumda olduğu görülür. Zira diğer bütün panayırlar için sadece Re­cep ayı haram kabul edilirken, Mekke, dört ay olan Eşhuru’l-Hurûm’un tamamına sahipti. Ayrıca Basl adındaki müessese ile Mekke’deki bazı ailelerin malları yağmalamalara karşı koruma altına alınmıştı.

Mekke civarında Ukaz, Mecenne ve Mina panayırları, Mekke’ye ihtiyaç duyduğu malları sağlarken aynı zamanda ticaretin hareketlen­mesine ve Mekkeli tüccarların bolca kazanç sağlamalarına imkan ve­riyordu. Hire Hükümdarı Numan b. Münzir, bizzat tertiplettiği kumaş ve koku yüklü kervanları bu panayırlara gönderirdi. Ülkesinin ihtiyaç duyduğu malları satın alarak bu ticarete iştirak etmekteydi. Tam Hac zamanına denk gelen bu panayırlar, çok kalabalık oluyordu. Mekke’nin din konusunda sahip olduğu imtiyazın yanında onun ticari ulaşım yol­larının kesiştiği noktada bulunması ona ayrı bir önem kazandırıyordu. Dolayısıyla Mekke, sermayenin bol miktarda toplandığı ve en ideal şe­kilde değerlendirildiği bir merkez konumunda idi. Bu durum Mekkelilere; özellikle şehre hakim olan Kureyşlilere büyük itibar sağlıyordu. Mekke’ye giren paralar, Bizans altın dinarı, Sasanî ve Himyerî gümüş dirhemleri gibi çeşitli cinslerden oluşuyordu.

Bu ticarî faaliyetlerden ve elde edilen büyük kârlardan bütün Mekkeliler aynı oranda istifade edemiyorlardı. Bütün cahili kapitalist sistemlerde olduğu gibi Mekke’deki düzende de sermaye, belirli para babalarının elinde toplanıyordu. Haşimîlerin bir bölümünün dahil olduğu bir kesim malî sıkıntı içerisinde yaşamaktaydı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem zamanında Mekke, İktisadî gelişiminin en zirve noktasındaydı. Mekke kervanları deri, Taif’te üretilen kuru üzüm, Benu Süleym maden ocaklarından elde edilen altın ve gümüş, Afrika’dan gelmiş olan altın tozu, fildişi, Yemen pazarlarından satın alınan Hind mahsulleri ve Çin ipeklikleri ile en önemli yükler arasında sayılan güzel kokular taşırlardı. Mekkelilerin, rağbet ettikleri mal cins­leri ise, Akdeniz bölgesi ülkelerinin sanayi mahsulleri olan pamuklu, yünlü ve ipekli dokumalar ve parlak erguvani renkte kumaşlar; B.as- ra ve Suriye’den, bedevîler için çok değerli olan silahlar, hububat ve nebatî yağlardı. Mekke’li tüccarlar bu arada önemli ölçüde para ticare­ti de yapmakta idiler.

Mekkelilerin düzenledikleri kervanlarda mallar, sadece develerle taşınırdı. Bazen develerin sayısı iki bin beş yüze ulaşırdı. -Bu durum bu kervanların ne kadar büyük malî meblağlara ulaştığını gösterir. Kervanlar; tüccarlar, rehberler ve muhafızlardan oluşurdu. Muhafızla­rın sayısı geçilen bölgenin güvenlik durumuna göre, yüz elli ile üçyüz kişi arasında değişirdi. Mekkelilerin Bizans ve İran imparatorlukları ile ticari anlaşmalar yaptıkları ve onlardan bazı imtiyazlar elde ettikleri bilinmektedir. Habeşistan ve diğer memleketlerle de bir takım anlaş­maları bulunmaktaydı. Ancak, BizanslIlar, Arapların silah, zeytinyağı ve şarap türü maddeleri satın alıp, ülkelerine götürmelerini yasakla­mışlardı.

Mekke’nin coğrafi açıdan bulunduğu özel konumu, etrafındaki devletlerin dikkatini çok eski devirlerde bile üzerine çekmekte idi. Beytullah’ın bulunduğu yer olması sebebiyle de büyük bir saygınlığı vardı. Mekke, bir çok teşebbüslere rağmen yabancı güçler tarafından işgal edilememiş ve tarihi boyunca bağımsızlığını korumuştu. Riva­yetlere göre, Yemen melikleri olan Tubba’lar ve hatta Farslar bile Hac maksadıyla Mekke’yi ziyaret etmekte idiler. Abdulmuttalib’in Zemzem kuyusunu kazdığı vakit çıkardığı altından mamul geyik heykeli buna delil olarak gösterilmektedir. Arapların geleneksel rivayetlerine göre, İskender Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret etmişti. Romalı tarihçiler, Ye­men bölgesinde Necran’ı istila eden General Aelius Gallus (M.Ö. 24)’un Mekke’yi ele geçirmek istediğini, ancak buraya ulaşmaya muvaffak olamadığını kaydetmektedirler. Romalılar, Neron (ö. M.Ö. 66) zama­nında defalarca Mekke’ye yakın yerlere gelmişler ancak, her seferinde başarısızlığa uğrayarak çekilip gitmişlerdi. Romalıların bu teşebbüsle­rinin sebebi, muhtemelen baharat ülkesi olan Yemen’in ticaret yolla­rını kendi açılarından emniyet altına almak istemeleridir. BizanslIlar, Mekke üzerinde nüfuz kurmak için sürekli gayret göstermişler. Ancak onlar da doğrudan bir bağımlılık sağlayamamışlardı. Bazı Mekkeliler, hemşehrilerine bir üstünlük sağlamak için BizanslIlardan yazılı belge­ler getirmişlerse de bu, Mekkeliler için hiç bir şey ifade etmemiştir. An­cak şu var ki, ticarî bağımsızlıkları, Mekkelilerin ustaca diplomatik fa­aliyetlere girişmelerine sebep olmuştur. Fakat bu, gurur ve kibir sahibi Mekkelilerin hiç bir zaman boyun eğmeleri neticesini doğurmamıştı. Onlar, sürekli savaş halinde olan Bizans ve İran’la ustaca politikaları sayesinde menfaatleri doğrultusunda ilişkilerini sürdürüyorlardı.

Mekke’nin İslâm’dan önceki tarihi için en önemli olaylardan bi­risi şüphesiz ki, Habeş Krallığı’nın Yemen Valisi Ebrehe’nin Mekke’ye düzenlediği askeri seferdir. Ebrehe, Hristiyan olan Habeş kralına ya­ranmak için çok mükemmel bir şekilde inşa ettirdiği kiliseyi Kâbe gibi bütün insanların yöneldiği bir mekân yapmak için girişimlerde bulun­du. Onun düşüncesi, Arapları Beytullah’tan yüz çevirip buraya yönelt­mekti. Bunu öğrenen bir Arap, kiliseye gidip, içerisine girerek pisledi. Ebrehe bu olay üzerine kızgınlığını giderebilmek için Mekke’ye giderek Kâbe’yi yıkmaya karar verdi. Onun ordusunda, bir rivayete göre on üç tane fil vardı ve önlerinde de Mamud adlı fil yürüyordu.

Ancak, Fil Suresinde ve tarih kitaplarında anlatıldığı üzere büyük bir yenilgiye uğrayan Ebrehe, gerisin geriye kaçmak zorunda kalmıştı. Fil olayı Mekkelileri o kadar etkilemişti ki, onu tarih kitaplarında ken­dilerine ölçü almışlardı.

Resulullah’ın, risalede görevlendirilmesinden sonraki on üç sene boyunca Mekke’deki cahilî yaşantıda ve siyasî ilişkilerde pek bir de­ğişiklik olmamıştı. Bu devrede, Habeşistan Necaşi’si Ashama, Müslü­manların tarafını tutmuş, kendisine sığınanlara iyi muamele etmişti. Hicretten sonra, Mekke’nin fethine kadar geçen sekiz sene, Medine İslâm devletini yok etmek için yapılan yoğun faaliyetlere sahne oldu.