Kâbil Hâbil’i Öldürüyor

By | 2 Mart 2015

kabil-habili-olduruyorHâbil, dünkü olup bitenleri unutmuş gibiydi. Kâbil’in öfkesini, boynuna el uzatışını, kendisini öldürmesini aklına bile getirmedi. Onda kin yoktu. Ruhu tertemiz bir gökyüzü kadar bulutsuzdu, berraktı. Zihninden kötülük gölgeleri geçmiyordu. O kadar ki Kâbil’in kendisine bir fenalık yapacağını düşünemiyordu. Kardeş kardeşi nasıl öldürür, evde cıvıldayan küçük kardeşlerden onu nasıl ölüm ülkesine gönderebilirdi? Zaten Adem ailesi ölüm denen ve bütün insanların mutlaka tadacağı bu son anı henüz hiç bir ferdinde görmemişti.

Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
• Her nefis ölümü tadacaktır.» (Enbiyâ sûresi, âyet: 35)
Hâbil ölümü ancak hayvanlarında görmüştü. Kesilen oğlaklarda, Allah’a sunulan kurbanlık kuzuda..

Kâbil de ağılın yanında sabanının bulunduğu yere gitti. Çift sürmek için sabanını aldı. Yüzü gerginlikten pek çirkinleşmişti. Yolu, Hâbil’in koyunlannın yanından geçiyordu.

Yine öfkeyle kendi kendine:
— Öldüreceğim onu! dedi. Bu ne dinmez bir kindi! Bu ne durulmaz bir öfkeydi. Bu öfke öyle kurttu ki, yüreğini kemirip duruyor, dişlerini can noktasına dokunduruyor, kendisini deliye döndürüyordu.

Şeytan durur mu?
Yine Kâbil’in kulağı dibine geldi.
Yine:

— Öldür Hâbil’i! dedi. Öldür, onu! Yüreğinin sıkıntısı kalmasın artık. Yoksa, bu kurt seni yiyip eritir. .
İşte, Hâbil yine koyunlarını öpmek için eğiliyordu. Fırsat bu fırsattı. Kâbil yere eğildi. Mağaranın üstündeki kayalıklardan gece yuvarlanmış keskin koca bir taşı yerden aldı. Bütün gücüyle koştu ve yerde kuzularını sevip öpen Hâbil’in başına indirdi.
Allahü Teâlâ, Hâbil’in bu ölüm anını şöyle bildirir:

«En sonra Kâbil nefsine uydu. Kardeşini (Hâbil’i) öldürmeğe kalkıştı ve öldürdü. Böylece hüsrana (ziyana) uğrayanlardan oldu.» (Mâide sûresi, âyet: 30)

Evet!.. Koca kaya parçası Hâbil’in bir anda başını parçaladı. Kafatasının içinden beyni aktı ve:
— Ah! bile diyemeden cansız yere yıkıldı. Bu hali kaya kovukları, uçurumların gizli köşeleri ve gökyüzü ile süsenler ve oradaki sürü hayvanları gördü. Fakat dilsizdiler. Ne yapabilir, ne söyliyebilirlerdi?

Kâbil, dünyanın ilk katili, dünyada insan kanını akıtan ilk kötü adam olmuştu.
Hâbil de dünyanın ilk ölen insanı… İlk günahsızı…

Ne yapmıştı Kâbil böyle? Bir kardeşi öldürmüştü, önünde yatıyordu işte o kardeş! Bu yatış her zamanki yatış değildi… Artık o kuzulariyle, oğlaklariyle, danalariyle ve onların analariyle, sürüsüyle öpüşüp koklaşamayacaktı. İşte, Hâbil, kanlar içinde önünde uzanmıştı.
Kâbil, bu duyguların içinde bir pişmanlık duydu:

— Neden, neden öldürdüm onu, öz kardeşimi? dedi.
Artık onu bu dağ başlarında, bu sahrada, bu derede, bu dağ eteklerinde göremiyecekti. Yatağı boş kalacaktı. Bu güzel sürüler boşuna meleyecekti. Onu sabahları uyandırırdı:

— Kalk Hâbil! Sürülerin seni bekliyor! derdi. Bunu diyemiyecekti.
Nedamet, o da kinden, kıskançlıktan daha beterdi şimdi Kâbil için! Kin ateşinin yerine nedamet külü şimdi daha çok yakıyordu yüreğini!
Fakat olan olmuştu! Öldürmüştü kardeşini. Buna inanmak için:
— Gözlerini benden yana çevir kardeşim! dedi.

Hâbil’de hiç bir kımıldama görülmedi. Durgun göl suları kadar lekesiz gözlerinde bir parıltı parlamadı. Kendisinde bir canlılık görülmedi. Bu hal, Kâbil’in pişmanlığını bir kat daha arttırdı.

— Çok kötü bir iş yaptım! diye mırıldandı.
Kulağıma gelen kışkırtıcı sözlere uydum ben. Onu öldürmek mutlaka gerekiyor muydu? Hayır?
Ama, evet olan olmuştu bir kere!

— Kötü olan insan benim! dedi. O, çok iyi bir babanın oğluydu. Kardeşlerine, babasına, bana, anasına, sürüsündeki hayvanlara bile iyilik yapmayı severdi. Ama ben hep kötü işler düşündüm. Kardeşimi kıskandım. Yüce Mevlâ’nın onun sungularını kabul etmesini kıskandım. Onun kurbanını kıskandım. Benim sungularımın Allah tarafından kabul edilmeyişini kıskandım. Sonunda onu öldürdüm! Şimdi elime ne geçti? Bir hiç…

Kabil, nerdeyse hüngür hüngür ağlayacaktı. Kötü bir adamın kalbinin bunu düşünmesi bile iyiliğe gittiğinin bir işareti idi.
— Pişmanım! diye haykırdı.

Yumruklarını yeniden sıktı:
— Nedamet duyuyorum onu öldürdüğümden! dedi. Şimdi daha büyük bir ateş yüreğimi yakıyor. Göğüs kafesinin içinde daha büyük bir kurt var. Hani rahat edecektim?..

Sonra yumruğunu enginlere doğru sıktı:
— Ey kulağıma fısıldayan mel’un ses! diye bağırdı. Ey mel’un ses! Hani daha çok rahat edecektim! Hani yüreğim genişliyecekti! Yüreğim şimdi daha çok daraldı.

Birden dağdan bir rüzgâr esti. Rüzgâr dile geldi:
— Katil! Katil! Kardeş katili! der gibi acı acı esmeğe başladı. Dağlar bu sesi yankıladı:
— Katil!.. Katil! Kardeş katili Kâbil?.

Sonra ağaçlara baktı. Çıtırdayan dallar da ona:
— Katil… Katil! diyordu.

Ormandaki yırtıcı hayvanların da bağırtıları kulaklarına kadar geldi. Uluyan sesler yuvarlana yuvarlana, büyüye büyüye ona kadar geliyorlar, onlar da:

— Katil! Katil! Kardeş katili! diyorlardı.