Toprak Anaya Dönen İlk İnsan

By | 2 Mart 2015

toprak-anaya-donen-ilk-insanHâbil’in başı ucundan kalktı. Fakat, toprağı süren sabana kuvvetle basan ayakları şimdi kendisini ayakta tutamıyacak kadar bitkindi. Birdenbire bir külçe halinde Hâbil’in yanına yıkıldı, kaldı. Elleriyle Hâbil’in henüz sıcak etlerine el dokundurdu. Onu kımıldatarak:
— Hâbil! Hâbil! Kardeşim! diye bağırmaya, hıçkırmaya, başladı. Hâbil cevap vermiyordu. Sürülerine hitap eden tatlı sesi katil kardeşine hiç birşey söylemiyordu. Artık Hâbil’den hayat eseri kalmamıştı. O, bundan sonra ne baharın geldiğini, ne kışı, ne yazı görecek, ne sevgili sürülerine çobanlık yapacak, ne onların sütlerini içecek, ne kardeşlerine içirecek, ne dünya nimetlerinden yiyebilecekti. Bu suretle insanların ilk ölüsü Hâbil, ilk öldüren Kâbil olmuştu. Bu zaman Kâbil 25, Hâbil 20 yaşındaydı.

Binbir türlü nedamet ateşinin korları içinde yanan Kâbil, yine bir külçe halinde yavaş yavaş doğruldu. Hâbil’in cansız cesedi karşısında boynu bükük, şaşkın durdu.
Şimdi ne yapacaktı? Anasına, babasına, kardeşlerine ne diyecekti?
Yürümek istedi, yürüyemedi…

— Onu böyle kurda, kuşa parçalatamam! diye düşündü. Onu burada bu sessiz yerde nasıl bırakırım! dedi.
— Onu arkama yükleyeyim. Götüreyim! diye düşündü. Eğildi. Hâbil’in ağırlaşan cesedini omuzuna yükledi… Kollarından tuttu. İlerlemeğe başladı.
Yürüdü, yürüdü…

Yük çok ağırlık veriyordu. Kâbil yorulmuştu. Durdu. Hâbil’in cesedini omuzlarından yere indirdi:
— Biraz dinleneyim! dedi. Yere oturdu. Yine başını ellerinin içine alarak düşünmeğe başladı.
— Neye o öldü? Onu neye öldürdüm sanki? dedi. Ey Kâbil! Sen hem de bir kardeş katili oldun! Bu işin içinden nasıl çıkacaksın, ömrün boyunca sürecek bir ıstıraptan kendini nasıl kurtaracaksın?

Sonra:
— Yapmamalı idim bunu! diyerek göğsünü yumruklamaya başladı. Ama nereye götürecekti bu cesedi. Anasından, babasından mı kaçırıyordu.
Bunu kendisi de bilemiyordu…

— Artık yorgunluğum geçti. Yine omuzlarıma alayım onu! dedi.
Kalkıp eğildi. Hâbil’i tekrar yüklendi. Yine yürüdü, yürüdü. Güneş sıcaklığını arttırmaktaydı. Yorgunluğu da gittikçe onu çökertiyordu. Biraz daha yol aldıktan sonra dinlenmek için yine yere çöktü. Cesedi yanına koydu.

— Ölen bir adam ne yapılır? diye düşünüyordu. Ne yapacaktı bu cesedi?
Yer ıssız, sahra ıssız, gök ıssızdı. Boş gözlerle karşı ufukları süzüyordu. Yine kalktı. Kardeşini yine yüklendi… Yorulunca yine oturdu. Sonra yine omuzlarına alıp yürüdü.

Birdenbire yol kıyısında iki karga gördü. Birisi ölü, birisi de canlıydı. Canlı olan ölünün başında duruyordu. Kâbil de durdu onlara baktı.
Kur’an-ı Kerîm şöyle buyurur:
«Sonra Allah bir karga gönderdi. Kâbil’e, kardeşinin ölü cesedini nasıl örteceğini göstermek için o karga toprağı eşelemeye başladı. Kâbil: “Bana yazıklar olsun, ben karga gibi olamadım ve kardeşim Hâbil’in cesedini örtemedim!” dedi. Artık o nedamete düşenler arasına katılmıştı.» (Mâide sûresi, âyet: 31)

Görmüştü ki o sağ karga yumuşak toprağı tırnaklariyle kazmaya başlamıştı. Gagasiyle de açtığı çukuru derinleştirmekteydi. Çukur kazılınca ölü kargayı gagasiyle oraya çekti. Çukura koydu. Sonra yine tırnaklariyle çukuru kapadı. Bu hali gören Kâbil:

— Ne yapacağımı bildim şimdi! dedi. Kardeşimin cesedini gömmeliyim. Hem anam, hem babam, hem kardeşlerim de acılarını arttırmamış olurlar. Ama ne yazık bana ki bir karga gibi olmaktan bile âciz kaldım. Kardeşimin cesedini örtemedim.

Omuzundan Hâbil’i yavaşça yere bıraktı. Toprağı kazmaya, çukur açmağa başladı. Çukur açılınca kardeşini omuz ve ayaklarından tutarak kucağına aldı. Onu yavaşça çukura koydu. Sonra açtığı toprağı, tekrar onun üzerine örttü. Bu işler uzun sürmüştü amma işte Hâbil’i toprağa gömmüştü. Omuzundaki yükten kurtulan Kâbil manevî bir yükten de kurtularak derin, fakat acı bir oh çekti! Kardeşine nedamet göz yaşları döktü.