İnsanoğlunun İlk Cinayeti

By | 2 Mart 2015

insanoglunun-ilk-cinayetiHâbil, babasının bu öğüdüne çok sevindi. Yüreği temiz bir delikanlı olarak yetişmişti. Kâbil ise, babasının bu sözlerini duyunca homurdanmaya başladı. Çünkü, yüreği kara bir delikanlıydı. Kendi kendisine mırıldanarak:

— Çok güçlük içinde, alın teri akıtarak elde ettiğim şeyi ben neden dağ başına götürüp bırakacakmışım? Neden kurda, kuzuya kuşa verecek mişim? Benim el emeğim benimdir!

Kâbil böyle mırıldandı amma bunları babası duymamıştı…
İki kardeş babalarının yanından ayrıldılar. Şükran hediyelerini seçmeğe gittiler.
Hâbil, doğruca ağıldaki sütlü koyun ve ineklerinin yanına koştu. İlk doğan koyunlardan ve semizlerinden bir koç seçti. Aldı, karşı tepeye götürdü:

— Ey Yüce Allah’ım, sana şükür edası için bu kurbanı sunuyorum. Sen bize yiyecek, içecek ihsan ettin, bunu kabul eyle! diye yakardı. Sonra kurbanını kesti. Dağın tepesinde bıraktı. Oradan ayrıldı, evine döndü.

Ağabeyi Kâbil, meyve ve ürün ambarına gitti. Nerede çürük, kurtlanmış ekin varsa onları ayırdı. Hepsi de birbirinden kötüydü. Onun kötü kalbi gibi idi bunlar! Nekesin birisi idi Kâbil! İyi hediyeleri sunmaya kıyamadı. Ayırdıklarını aldı. Arkasına yüklendi. Karşı dağın tepesine çıkmaya başladı. İstemiyerek bu işleri yaptığından yorgun, argın tepeye vardı… Çürük, güve yemiş ekinleri, kokmuş hediyelerini tepeye bıraktı. Duada bile bulunmadı. Kazandıklarına şükretmedi.

O gece geri döndükleri zaman Hâbil’de bir gönül açıklığı, Kâbil’de bir gönül kapanıklığı vardı. Birisi Yüce Allah’a kurban taahhüdünde bulunduğu için seviniyor, içi genişliyor, birisi babasının zoruyla elden çıkardığı kötü ve güve yemiş hediyelerini sunduğuna üzülüyordu. Bu üzüntülerle kara yüreği karaciğeri gibi karardı gitti!..

Ertesi sabah Hazret-i Adem:
— Sevgili çocuklarım! dedi. Hep birlikte dağın başına gidelim, hediyelerimizin Yüce Allah’ın hoşuna gidip gitmediğini anlayalım.
Üçü de kalktı. Havva anamız onları selametledi. Dağın eteklerinden yürüye yürüye tepeye vardılar. Hâbil, kestiği kurbanlık kuzusunun orada olmadığını gördü. Yerinde bir ateş yanıyordu.

Hâbil:
— Ey Yüce Rabbim! Demek ki, sana sunduğum hediyem kabul edildi. Sana yine şükürler olsun! dedi.

Kâbil de bıraktıklarına baktı. Onlara el değmemiş, gaga değmemiş, pençe değmemiş, hiç bir kuşa, hiç bir kurda yiyecek olmamış olduğunu gördü. Bir ateş de yanmıyordu. Hediyesi nasıl bıraktı ise öyce duruyordu dağın tepesinde. Hediyesinin Yüce Allah tarafından makbule geçmemiş olduğunu anladı. Hâbil’i kıskandı… Kara yüreği daha karardı. Haset ateşi bağrını sardı. Ona kızdı, öfkeler duydu. O kızgınlıkla babası Hazret-i Adem’e döndü:

— Baba, baba! dedi. Sen Hâbil’e dua ettin de Allah onun sungusunu kabul etti. Bana ise dua etmedin sen!
Hazret-i Adem oğlunun kızgınlığını görünce:

— Hayır oğlum! dedi. Allah onun hediyesini kabul etti… Çünkü kardeşin elinde olanların en sevdiğini, en güzelini, en iyisini verdi. Yüreğini de temiz tuttu. Yüce Allah’ına şükretti.

— Sen, sana Allah’ın verdiklerinin en kötüsünü ona hediye olarak ayırdın. Dileğin de iyi değildi. Allah, şükran hediyesinin ancak iyisini kabul eder.

Kâbil bu sözlere gazaplandı, kızdı. Dağın tepesinden eteklere doğru koşup inmek, buradan kaçmak istedi. Birden Yüce Allah’ın İlâhi sesini duydu:

— Ey Kâbil! Niçin böyle yüzün, neden asık? Eğer iyi harekette bulunursan makbul olmaz mı? Eğer iyi bir harekette bulunmazsan bil ki, günah kapıda pusuya yatmış, bekliyor. Fakat sen onun üstüne hâkim ol!..

Kâbil’in gözleri kardeşi Hâbil’i aradı.

Fakat Hâbil tepeden aşağı inmeye başlamıştı. O da onun ardından bakıyor:
— Ben sana benden üstün olmayı gösteririm! diyordu. Canı daralmış gibi idi. Sonra Hâbil’in ardından yavaş 3’avaş yürümeğe başladı. Kendi kendine:

— Allah, kardeşimin hediyesini kabul ederek onu benden üstün gördü. Alacağı olsun benden! diye düşündü… Ama suçun kendisinde olduğunu bir türlü itiraf edemiyordu…

Durmadan:
— Görürsün sen! diyordu.
Sonra o da yavaş yavaş kayalıktaki eve döndü. Pöstekisinde kıvrıldı, kaldı.
Gözlerini kapamak, uyumak istiyordu. Fakat nerede? Kafası hâlâ kızgınlıktan zonkluyordu.. Gerilen göz kapakları bir türlü gevşemiyor, uykuya dalamıyordu. Hâlâ yüreği yüreğine sığmıyordu. Böyle zamanlarda böyle kinli düşüncelerde olanın arkadaşı kim olabilir!
Birden sağdan sola döndü!..

— Öldür onu! diye bir ses duydu.
Nerden geliyordu bu ses? Bugün onu neden öldürmemişti? İşte öldürseydi belki rahat bir uyku uyurdu şimdi! Gözlerini kırptı. Göz kapaklarını indirdi. Yine uyku yoktu…
Yine o gizli ses:

— Hâbil’i öldür! Öldür Hâbil’i diyordu ona.
Kâbil kendi kendisine:

— Hele bir sabah olsun! Gün ışısın! Yıldızlar sönsün, güneş doğsun! dedi.
Sonra biraz dalar gibi oldu. Fakat kafasının alt tabakalarına:
— Hâbil’i öldürmem gerek! Onu öldüreceğim! Düşüncesi bütün bütün yerleşmişti.
Birdenbire gözlerini açtı. Gün ışımıştı. Yıldızlar kaybolmuş, tanyeri ağarmıştı.
Hemen posteki yatağından kalktı.

— İşte güneş doğmuş! dedi. Kardeşim Hâbil’i bugün öldüreceğim artık!
— Kardeşim en güzel bir hediyeyi sunmamalı idi! diyor, kendisinin Allah’ın gözünden düşürmek suçluluğunu da Hâbil’in üzerine atıyordu.
Şimdi vadiye inmişti. Birdenbire kulağının dibinde bir fısıltı duydu.
Kimdi ona söz söyleyen?

Bu, Şeytandı. Babasını, anasını Cennet’te aldatan Şeytan!
Şimdi görünmeyen bu Allah’ın lânetlisi ona:
— Kardeşini öldür, öldür Hâbil kardeşini? diyordu… öldür, öldür onu!
Öldürmek mi?

Sahi, onu öldürmeliydi… Bundan sonra da kimbilir Hâbil kendisinin başına ne dertler açacaktı! Bakışlarını uzak ufuklara doğru kaldırdı. Hâbil, işte ileride, ağır ağır, mutlu insanların rahatlığı içinde gidiyordu. Kıskançların gönül rahatsızlığı yoktu onda.
Hâbil’in bu hali de Kâbil’e dokundu. İçi içine sığmadı. Daralmıştı. Kulaklarında yine Şeytan’ın sesi yankılanıyordu:
— Hâbil’i öldür! Hâbil’i öldür ey Kâbil!

Birdenbire deli gibi koşmağa başladı.
Kâbil, Hâbil’in ardından deli gibi koşuyordu işte!
Kardeşine vardı… Şimşekli bir haykırışla:
— Hâbil dur! dedi.

— Seni öldüreceğim.
Hâbil, bu ansızın verilen kararla şaşırdı. Ağabeyisine bakıp sordu:
— Neden beni öldüreceksin, kardeşim?
Kâbil:

— Neden mi? Onu sen daha iyi bilirsin! dedi. Babamın benden çok sevgisini kazanan sensin. O, seni benden, hepimizden, bütün kardeşlerinden çok seviyor. Yüce Allah da beni senden daha aşağı gördü. Seni benden üstün saydı. Senin sunduğunu kabul etti, benimkini reddetti.

Hâbil bu sözlere şaşıp kaldı:
— Ey kardeşim! dedi. Beni öldürmenle eline ne geçecek? Beni öldürsen bile babam seni daha çok mu sevecek? Babamın sevgisi sana mı kalacak? Bilmiş ol ki, babam seni daha az sever, Yüce Rabbimiziıı gazabı sana karşı daha da artar, eksilmez!
Bu sözler Kâbil’i daha da kızdırmaya yetti. Yırtıcı bir kuş gibi hemen Hâbil’in üstüne atıldı. İki elini temiz delikanlının boğazına götürdü:
— Benim dileğim senden kurtulmak, rahat etmektir. Seni kıskanıyorum. Kıskançlık ateşleri beni yakıyor. Artık dayanamıyacağım. Bunun için işte seni öldürüyorum! diye bağırdı.

Hâbil telâşlanmadan:
— Ama bil ki beni öldürürsen yine benden kurtulamazsın, rahat yüzü göremezsin! dedi.
Hâbil, Kâbil’den daha güçlü idi. Fakat kalbinin temizliği bu cinayetin işleneceğine bir türlü inanamıyordu…

Nitekim Kuran-ı Azîmüşşan şöyle buyurur:

«Kabil kardeşine: — “Seni mutlak öldüreceğim!” dedi. Kardeşi (Habil) de ona dedi ki: — “Allah ancak doğruların, sakınanların kurbanını kabul eder!”» (Mâide sûresi, âyet: 27)

Sonra, Hâbil kendisini öldürmek isteyen ağabeyisi Kâbil’e şu cevapta bulundu:

«Beni öldürmek için elini uzatsan da ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim!.. Ben bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.» (Mâide sûresi, âyet: 28)

«Dilerim ki sen benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip Cehennem ateşinin dostlarından olasın. Zaten zâlimlerin de cezası budur!» (Mâide sûresi, âyet: 29)
Kâbil ona sordu:
— Demek elini kana bulaştıramazsın?
— Elbette!
— Neden?
— Söyledim sana. Ben alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım da ondan!
Bu anda İblis, O Cennet’ten kovulan, Allah’ın lânetlisi olan Şeytan yine Kâbil’in kulağı dibine geldi. Şimdi görünmeyen Şeytanın sesi işitilir gibi Kâbil’in kulağına şöyle fısıldıyordu:

Hâbil’i öldür! Öldür Hâbil’i! Onu öldür ki, yüreğinde ferahlık genişlesin, öfke şimşekleri sönsün! Öldür Hâbil’i!

Hâbil, bu (yukarıdaki) cevabı vererek silkindi, o yerden uzaklaşmağa başladı. Kâbil başını yere eğmişti. Ayakta taş gibi donmuş kalmıştı. Dişlerini gıcırdatıyor, Hâbil’e karşı içinde hâlâ bir öfke duyuyordu.

Yenemiyordu bu öfkesini! Yumruğunu sıkıyor, dişlerini gıcırdatıyordu.
Bu, kesin bir karardı.
İlk insan katil adayı gözleri alev alev mağaradan fırladı. Gözleri Hâbil’i aradı.

Hâbil çoktan ileriye varmış, sevgili sürüsünün başına gitmişti.
— Ey sahra geyiklerine benzeyen kuzularım! dedi. Yeni doğan koyun yavrularını sevdi.
— Ey iri memelerinden bol sütler akan ineklerimin yavruları! dedi.

Küçük buzağıların nemli kara burunlarını sevip okşadı. Sonra keçilerine döndü:
— Ey dağların üzerinde bayırlar üstünde otlayan keçilerimin oğlakları! dedi.
Yaramaz keçi yavrularını öpüp okşadı.