İrem Şehrinin Kuruluşu

By | 9 Şubat 2015

irem-sehrinin-kurulusu   Kimdi bu Ad kavmi?
Tufan’dan sonra böylece Hâm, Sâm ve Yâfes’in soyları çoğalıp durmuştu. Oğullarının oğulları, kızlarının kızları dünyaya gelmişti. Yeryüzünü yine otlarla, çiçeklerle, ekinlerle donandı. Hayvanlar dağlarda, :epelerde, vadilerde dolaşmaya başladı. Ağaçlar arasında artık daldan dala kuşlar ötüşüyordu.Dünya, yine eski dünyaydı. Bütün dağlar, tufandan önceki haline dönmüştü.İnsan nesli arttıkça Hâm, Sâm ve Yâfes’in de soyları, kendilerine babalarının vaad ettiği yerlere, ülkelere dağılmaya başlamıştı. Her ran bir kafile, çoluk, çocuk, bir ülkeye yayılıyordu. Şimdi insanlar : ymak oymak, kabile kabile olmuşlardı.Her oymak vardığı yerde çadırını kuruyor, hemen toprağı ekmeğe, eriştirdiklerini biçmeğe, o yeri onarmağa başlıyordu.
Nuh’un torunlarından birisi de Ad idi. Ad, kabilesi ile birlikte Yemen ülkesinin güney dolaylarında, deniz kıyısına yakın, kum tepeleriyle çevrilmiş bir ovada yerleşti.Bu topraklar, Tufan’daki suların bıraktığı bereketle Cennet kadar ezeldi. Sular şarıl şarıl akıyor, yerlerden pınarlar fışkırıyordu. Yağmurlar, denizden kalkan bulutlarla bu ovalara her zaman dökülüyordu. Âd kavmi bu mübarek toprakları hemen ekmeğe başladılar. Her yer bahar yeşilliğiyle bürünüyordu. Tarlalar, gözün alabildiğine uzanıyor, bahçelerde meyve ağaçları yetiştiriliyor, ovalarda mer’alar koyun ve sığırların otladıkları yerler halinde gözleri şenlendiriyordu.

Şimdi halk kendilerine büyük bir şehir kurmaya başlamışlardı, zehir az zamanda büyüdü. Yemen bölgesinin en güzel, en göz alıcı beldelerinden biri haline geldi. Büyük yapılar, koca koca mermersi ironlar üzerinde yükseliyordu. Sokaklar gepgenişti. Köşe başlarını büvük çiçek parkları süslüyordu. Birçok da eğlence yerleri yapılmış. Bunlar halis Arap kavminden olmuşlardı. O günlerde hiç bir memlekette henüz bulunmayan bu kadar güzel, bu kadar yüksek biralı bu kadar eşsiz olarak kurulan bu şehre İrem adı konuldu.Iremliler insan sağlığına da çok önem veriyorlardı. Hepsi güçlü, kuvvetli kimselerdi. Vücutları sağlam, yumruklan kuvvetli, bazuları rrçluydü. İrem şehrine başka insanlar hücum edemesin diye dört er.a sûrlar da çekmişlerdi. Ellerindeki çekiç ve baltalarla taşları güzelce yontuyorlardı. Bu taşlardan heykeller de yapıyorlardı. Ayrıca bir de şehirlerini savunma orduları meydana getirmişlerdi. Bu kuvvete güvenerek de dolaylarındaki halka zulmetmeğe başlamışlardı.
— Bize karşı çıkacak kim var? Biz, en kuvvetli kimseleriz! diyorlardı.
Çöllerin yollarına bazı yol işaretleri koyarlardı. Aslında bunların amaçları insanları çöllerin daha da içlerine sokmaktı. Sıcak güneş altında, çöllerin yırtıcı hayvanlarının pençeleri arasında ölenlere kahkaha ile gülerler, bundan zevk alırlardı.
Azgın bir hale gelmişti bu İremliler.
Kimi kere uzak, yakın başka kabilelere de akınlar yapmağa başlamışlardı. Köyleri, bucakları yakıp yıkıyorlar, insanları köle olarak getiriyorlar, kimseye merhamet duymuyorlar, günden güne azıyorlardı.
Artık Allah’ı da unutmuşlardı. Taşları yontarak putlar yapıyorlar, bu putlara tapıyorlardı. Tıpkı, büyük ataları Nuh zamanında Allah’ı tanımayıp Tufan’da boğulup eserleri kalmayan insanlar gibi taptıkları sadece kendi elleriyle yaptıkları putlardı.
İşte, bu azgın kavme Allah Hûd’u peygamber olarak göndermişti.
Hûd onlara puta tapmamalarını söyliyecekti.
Onları başka insanlara, âcizlere zulüm yapmaktan alıkoyacaktı.
Onlara merhametli olmalarını, zalim olmamalarını öğretecekti.
İnsanların üzerine dağ ve çöl başlarında hücum etmemelerini, onların mallarını yağma etmenin kötü olduğunu söyliyecekti. Nihayet onlara Allah’ın birliğine inanmalarını, ona ibadet etmelerini anlatarak Ad kavmini imana çağıracaktı.
Hûd peygamber de böyle yaptı. Âd kavmine öğütlerde bulundu. Yeniden:
«Ey kavmim! dedi. Allaha tapınız. Sizin ondan başka tapacağınız yoktur. Fenalıktan sakınmaz mısınız siz?» (A’raf sûresi, âyet: 65)
Hûd, kendi kâfir kavminin ulularından şu cevabı aldı:
«Ey Hûd! Biz seni beyinsizliğe uğramış görüyoruz. Seni yalancılardan biri saymaktayız.» (A’raf sûresi, âyet: 66)
Hûd peygamber nebîlik ödevini çok idrâk etmiş bir yalvaçtı. Âd kavmini yeniden uyardı:
«Ey kavmim! Bende hiç de beyinsizlik yoktur. Ben Âlemlerin Rabbi tarafından (size gelen) bir elçiyim. Size Allah’ın emirlerini bildiriyorum.» (A’raf sûresi, âyet: 67)
Ve Kur’an-ı Azîmüşşan, Hûd (A.S.)’m Âd kavmini Hak dine daveti r.akkındaki uğraşılarını şöyle bildirmektedir:
• Ben size Rabbinizin emirlerini tebliğ eden bir elçiyim. Ve ben size emin, güvenilir bir nasihatçiyim.» (A’raf sûresi, âyet: 68)
Hûd (A.S.) sözlerine şöyle devam etti:
Ben sizin iyiliğinizi isteyen bir elçiyim. Kendinizden olan bir adam vasıtasiyle size Allah’ın emirlerinin gelmesine şaşıp kalıyor musunuz? Şunu unutmayınız ki Allah sizi Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi. Size yaratılış bakımından onlardan uzun boy, pos verdi. Allah’ın nimetlerini anın ve kurtuluşa kavuşun.» (A’raf sûresi, âyet: 69)
Adlılar Hûd peygambere şu cevabı verdiler:
Sen bize bir tek Allah’a tapmamız, babalarımızın taptıklarını bırakmamız için mi geldin? Sen doğru söyleyen birisi isen, bizi ne ile korkutuyorsan onu getir!» (A’raf sûresi, âyet: 70)
Hûd peygamber şöyle devam etti:
Artık Allah’ın azap ve intikamını hak ettiniz. Siz, Allah-ü Teâlâ’nın haklarında hiç bir delil indirmediği, sizin ve baba-larınızın takmış olduğu bir takım isimler üzerinde bana çene mi çalıp duruyorsunuz? Artık bekleyin. Kuşku duymayınız ki ben de sizinle birlikte (o cezayı) bekleyenlerdenim!» dedi. Araf sûresi, âyet: 71)
Ve öğütlerini şöyle sürdürdü.
Ey kavmim! Ben, peygamberliğimi size bildirmemin karşılığında sizden hiçbir armağan (sevap) beklemiyorum. Mükâfatım ancak beni yaratmış olana mahsustur. Bunu akıl etmeyecek, anlamayacak mısmız?» (Hûd sûresi, âyet: 51)
Ve Hûd (A.S. ) hutbe ve öğütlerini âsi Âd kavmine şöyle devam ettirdi:
Ey kavmim! Siz Rabbinizden bağışlanma dileyin. Sonra, Ona tevbe edin. Size gökten yağmurlar yağdırsın. Gücünüze ¿;uç katarak sizi çoğaltsın. Günah işleyip imandan yüz çevirmeyin.» (Hûd sûresi, âyet: 52)
Hûd (A.S.) neden onlara bol yağmur müjdesini veriyordu? O gün Âd kavmi, Umman denizi ile Hadramut denilen ve Arap yarımadası -nnin güney bölgesinde oturuyorlardı. Halk ekin ekici ve ev yapıcılar. O zamanlar Cenâb-ı Hak onların hâlâ imana gelmedikleri için üç yıl gökten inen rahmetini, bol yağmurunu kesmişti. Ayrıca kadınlarını kısırlaştırmıştı. Evlâd doğuramıyorlardı. İşte bundan ötürüdür ki Hûd (A.S.)’m dilinden onlara imana gelirlerse, yağmurların sel sel akıtılacağını, kısır kadınların karınlarının evlâtla dola¬cağını, mallarının artacağını, evlâtlarının güçleneceğini müjdeliyordu)
O zaman Ad kavmi itiraz ettiler:
«Âdlılar Ey Hûd! dediler sen bize apaçık bir delille gelmedin. Biz de senin bu sözlerinle yaptığımız putları ne bırakırız, ne de sana inanırız. Bizimle boş yere uğraşma. Galiba mabudlarımızdan bir kaçı seni çarpmış olacak! dediler.» (Hûd sûresi, âyet: 53-54)
Hûd Peygamber de onları tekrar doğru yola çağırarak dedi ki: «Ben Yüce Allah’ı şahit tutarım ki, siz de şahit olunuz. Ben sizin Allah’a ortak koştuklarınızla her ilişkiyi kestim. Bana karşı her biriniz istediği kadar düşmanlık etsin, bana mühlet de vermeyin.» (Hûd sûresi, âyet: 54-55)
«Ben yalnızca benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan tek Allah’a dayanırım. Hiç bir canlı yaratık yoktur ki alın yazısı Allah’ın elinde bulunmasın. Benim Rabbim en doğru yol üzeredir.» (Hûd sûresi, âyet: 56)
Ve Hûd Peygamber öğütlerine şöyle devam etti:
«iyilere ceza verip kötüleri kurtarmaz benim Yaradanım Yüce Allah’tan yüz çevirirseniz iyi bilin ki, Allah’ım dilerse, sizin yerinize başka bir kavmi getirir. Siz de O’na zerre kadar zarar dokunduramazsınız. Ben size neyi bildirmek için gönderildimse onları bildiriyorum. Benim Allah’ım her şeyi hakkı ile gözetleyicidir.» (Hûd sûresi, âyet: 57)
Ad kavmi bu sözleri Hûd peygamberden duyunca hemen ellerini kaldırdılar. Avuçlariyle Hûd’un ağzım kapattılar:
— Biz seninle gönderilenleri inkâr ediyoruz! dediler. Bizi davet ettiğin şeyi kuvvetli şüphe ve kuşkular içinde buluyoruz.
Hûd peygamber:
— Yanılıyorsunuz? dedi. Gökleri, yeri yaratan, günahlarınızı yarlıgayan, belirli bir vakte kadar sizi ihmal etmek için çağıran Allah hakkında kuşku mu olur?
Adlılar:
— Ey Hûd! dediler. Sen de bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Babalarımızın tapmağa alıştığı şeylerden bizi döndürmek istiyorsun. Öyleyse bize apaçık bir mucize göster. İşte seni bekliyoruz biz. Nedir mucizen?
Hûd peygamber:
— Ben de sizin gibi bir insanım ancak. Fakat Allah kullarından dilediği birine lütfunu bağışlar. Allah’ın izni olmadan size apaçık bir mucize getirmek elimden gelmez. Allah’a iman edenler, O’na güvensin, sarılsınlar.
Fakat, Hûd peygamber bu doğru yolu gösteren doğru sözlerle Âd kavmini yumuşatamadı. Hiç biri iman etmediler. Hâşâ Allah’tan daha güçlü olduklarını sandılar.
O zaman Hûd, Yüce Allah’a şöyle yalvardı. Ellerini gökyüzüne doğru açtı:
— Ey Rabbim! Ey bu dünyalardaki yaratıkları yoktan var eden Allah’ım! dedi. Şu kâfir Âd kavmine karşı benim yardımcım ol. Onlara yüceliğini göster.
Bu yakarı üzerine Hak Teâlâ Hûd’un milletine bereketli yağmurlarını kesti. Gökten bir damla su düşmedi. Gök kubbede bulutlar dolaşmadı. Otlar, çiçekler kurudu MeFalarda, çayırlarda hayvan yiyeceklerinden yeşillik kalmadı. Sığırlar, develer, davarlar günden güne zayıfladı. Gözler çöktü. Sırtlarında bir deri, bir kemik kaldı.
Adlılar, başlarına gelen bu felâkete şaşıp kaldılar. Her gün, her an göklerden yağmur bekleyip duruyorlardı. Artık kuyulardaki, derelerdeki sular da azalmıştı.
Bu sular artık, ancak kendilerinin içmesine yetecek kadardı. Ne bahçeler sulanabiliyor, ne meralara, ne tarlalara bir avuç su gökten dökülüyordu. Halk, tanrı diye taptıkları putların karşısına dikildiler. Onlardan:
— Bize yağmur gönderin! diye yalvardılar. Ama putlar bir damla yağmur vermiyordu.
Ad kavminin taptığı üç put vardı. Birisinin adı Sada, birisi b^mud, üçüncüsü de Elheba idi. İşte üçü de sessiz duruyordu. Oysa, kendilerine yüksek yerlerde köşkler yapmışlar:
— Dünyada ebedî yaşayacağız! diyerek havuzlar ve saraylar meydana getirmişlerdi. İşte hepsi şimdi susuz kalıyordu.
Ad kavmi toplandı. Yağmur duası için Mekke’ye ulularını gönderiz’ der. Bu elçiler Mekke yanında oturan bir kabile başkanının konuğu oldular. Bu başkan, Adlıları tam bir ay yanında alıkoydu. Onlara bir ay gece, gündüz içki içirdi. Adamın Ceratetan adında bir cariyesi vardı. Sesi güzeldi, kendisi güzeldi. Onu çağırtarak:
— Ey Cariyem! dedi. Misafirlerime şarkılar söyle. Hoş vakitler geçirt.
Aslında o kendi kendisine şöyle düşünmüştü:
— Bunların evimde eğlenmeleri bana zor geliyor artık. Oysa kardeşleri, arkadaşları, kavimleri onları buraya yağmur duası için gön-dermişlerdi. Kıtlık belâsından kurtulmak istiyorlardı. İrem’de benimde dayılarım var. Hepsi mahvoldu, gitti. Bunlarsa benim evimde içki âlemleri yapıp eğleniyorlar. Yağmur duası için onlara yola çıkın desem belki canları sıkılır. Bundan utanırım. Evimde onları istemediğimi sanırlar. Ama, öte yanda koca bir kavmi kıtlıktan ıstırap çekip duruyor!
Sonra bu hali şarkı söyleyen cariyesine anlatmıştı. Cariye de ona:
— Sen bir şiir yaz. Ben de bir arkadaşımla birlikte onu şarkı halinde okuyalım. Bu şiir onları harekete getirsin! dedi.
İşte genç cariye bu sebeple misafirlere şarkı okuyacaktı.
Ev sahibi —ki adı Muaviye idi— bir şiir yazdı. Ve cariyeye ezberletti. Şiir şöyleydi:
Ey Kıyl!
Yazıklar olsun sana!
Yerinden kalk ve yağmur dile Rabbinden!
Ümit ediyoruz ki biz,
Allah, bulutlardan yağmur yağdırır size!
Âd topraklarını sular bu yağmur!
Çünkü Ad kavmi
Son kerteye kadar susadılar!
Ağızlarından tek söz düşmüyor,
Boynu bükük hepsinin!
Ne ihtiyarlar dayanır bu hale,
Ne de genç çocuklar
Bir zamanlar onların kadınları,
Ne kadar sevinçli, bahtlı idiler…
Şimdi ise mihnet Karşılıyor her geceyi!
Yırtıcı hayvanlar artık korkmadan,
Adlıların oklarından çekinmeden
Onların putlarına saldırıyorlar!
Ya siz ne yapıyorsunuz burada?
Gündüz de gece de safa içindesiniz!
Elçiler içinde sizin elçinizi,
Rab çirkinin çirkini yaptı!
Siz, ne selâmla karşılanın,
Ne de bir dua ile artık.
İki cariye bu şiiri, şarkı halinde okudular. Âd elçileri birbirlerine dönerek şöyle diyorlardı:
— Kavmimiz biz elçileri buraya yağmur duasına göndermişlerdi. Başımıza gelen kıtlık belâsı bu yağmurla ortadan kalkacaktı. Biz ise yağmur duasını geri bıraktık… Burada içki âlemine daldık! dediler.
İçlerinden Mersed adında biri:
— Size mabudumuz adına yemin ederim ki, yağmur duasında bulunsak da yağmur yağmıyacaktır! Ama tek Allah tarafından gönderilen peygamberimize siz iman edip tevbe ederseniz yağmur yağacaktır! dedi.
Mersed, bu sözleriyle Hûd peygamberin dininden olduğunu açığa vurmuş oluyordu.
Elçiler aralarından birisini dua için seçmek istediler.
— İçimizden birisi Mihre dağına gitsin. Yağmur duasında bulunsun!
7 kişilik elçiler arasından birisi kalktı. Mihre dağına gitti.
— Ey İlâh! Ad kavmini her zamanki gibi sula! diye dua etti.
Gökten arka arkaya iki bulut geldi. Bunlardan birisi pamuk gibi
ak bulutlardı.
Arkadan güller gibi kırmızı bulutlar geldi.
Bu iki bulut kümesi başının üzerinden geçerken Âd elçilerinin dua edeni ilk akbulutla kırmızı buluta:
— Sen şu yere geç, sen bu yere geç! Sen filân oğullarının yurdunu sula! dedi.
Nihayet gökyüzünden kapkara renkli, bir bulut kümesi belirdi. Duacı adam bu bulutu çok yağmurlu bir bulut sanarak:
— Sen Âd kavminin topraklarına git de oraları sula! dedi. Bu sırada gök kubbeden bir ses işitildi:
— Öyleyse, al sana herşeyi ince kül haline getiren bir bulut. Bu oulut, bil ki, Âd kavminden hiç kimseyi sağ bırakmıyacaktır.
Yağmur duası yapan adam bu sözleri işitince korktu. Fakat duyduklarından hiç bir sözü, hiç bir olayı kimseye söylemedi.
Oysa İrem şehrinde kıtlığa uğrayan Âd kavmi onlardan meded umuyordu.
Onlar Hûd peygambere:
— Senin Rabbin eğer varsa bize istediğini yapsın da görelim! demelerinin cezasını az zamanda çektiler. Cenâb-ı Hak Ad kavminin üzerine o kadar bulutla büyük bir felâketi gönderdi.
Bir gündü:
Gökyüzünü simsiyah bir bulutun kapladığı görüldü.
Adlılar:
— Çok şükür, suya kavuşuyoruz! diyerek sevindiler.
Şimdi vahşî çığlıklar atarak sokaklarda tepinmeğe başlamışlardı:
— İşte kapkara bir yağmur bulutu geliyor. Yağmuru bol bir bulut bu! Dualarımızı, tanrılarımız beğendi. Kabul etti. Gelen koskoca bir bulut yığını, artık ovalarımız, tarlalarımız, bahçelerimiz, havuzlarımız sularla dolacak. Sığırlarımız, koyunlarımız canlanacak. Yine eski bereketli topraklarımız olacak. Yemişlerimiz hevenk hevenk sarkacak! diyorlardı.
Hûd peygamber de gelen buluta bakıyordu. Kendi kavmi onunla âdeta alay eder gibi:
— Bak, dediler. Senin TEK Allah’ın bize yağmur vermedi. Amma biz üç tanrımıza dua ettik. Onlar bize işte bu bulutları gönderiyorlar! Bu bize yağmur getiren buluttur!
Ad kavmi, bu sevinçle hoplayıp putlarının önünde zıplarken Hûd peygamber Ahkaf denilen bu bölgedeki halkını uyararak:
«Doğrusu, sizin için büyük gün’ün (kıyâmet’in) azâbından korkuyorum!» dedi. (Ahkâf sûresi, âyet: 21)
Âd kavmi de Hazret-i Hûd’a:
«Sen bizi, putlarımızdan uzaklaştırmak için mi geldin? Doğru söyleyenlerdensen bizi korkuttuğun azabı başımıza indir; dediler.» (Ahkaf sûresi, âyet: 22)
Hazret-i Hûd da onlara dedi ki:
— Doğrusu ya, bu elîm azabın ne zaman geleceğini Allah bilir. Ben size yalnız vahyedildiğim şeyi bildiriyorum. Lâkin sizin çok bilgisiz bir kavim olduğunuzu görmekteyim.D)
Bir anda dünyada Âd kavminin korktukları azabın yayıla yayıla dağların arayerlerindeki derelere, geçitlere doğru ilerlediği görüldü. Âd halkı:
— Bu karşıki yerle gökleri birleştiren yönde beliren yaygın bulut nedir? Bize yağmur mu yağdıracak? Hûd (A.S.): «Hayır! dedi. O hızla gelmesini beklediğiniz şeydir. Elim bir azap verici yeldir.
Hûd, sonra son sözünü onlara söyledi:
— O yel, Rabbım emri ile her şeyi yok edecek, ortadan kaldıracaktır!
Gerçekten birdenbire her tarafı şiddetli bir rüzgâr kavurmağa başladı. Bulutta neler olduğunu ilk önce Âd kavminden Mehdet adında bir kadın anlamıştı. Rüzgâr esmeğe başlarken birdenbire bağırmış, haykırmış, kendisini yere atmıştı. Kadın baygın olarak yerde yatıyordu. Onu ayılttılar:
— Ey Mehdet! Neler gördün ki böyle yerlere düştün, bayıldın? diye sordular.
İhtiyar kadın Âdlılara:
—Ey kavmim! dedi. Bir rüzgâr gördüm. Bir rüzgâr ki, içinde parlayan ateş parçaları vardı. Bu bulutun ön tarafında, onu sürükleyen adamlar gördüm.
Evet, bu bulut Âd kavmi için acıklı bir azap getiren bir bulut idi. Gelen yel bir fırtına halini aldı. Öyle korkunç bir fırtınaydı ki, önüne gelen her şeyi kasıp kavuruyordu. Ağaca mı rastladı? Kökünden söküyordu! Surların üzerinden mi geçti? Surlar kerpiç gibi yıkılıyordu. Çölden mi geçiyordu? En küçük kum zerresinden en büyük çakıla kadar önüne alıp sürüklüyordu. Kâfirlerin yüzlerini, gözlerini, kulaklarını burunlarını dolduruyordu. Bu korkunç rüzgâr, Yüce Allah’ın emriyle her şeyi ortadan yok ediyordu. Evlerin içine giriyor.. Orada olanları silip süpürüyordu.
Eller korunmak için yukarı kalkamıyordu. Ayaklar, kaçmak için ileri atılamıyordu.
Çığlıklar, boğultular, uğultular bütün İrem şehrini sarmıştı. İnsanlar, yüz üstüne yerlere kapandılar. Fakat fırtına dinmek bilmiyordu.
O gün esti, o gece esti… Kara buluttan bir damla yağmur düşmedi.
İkinci günü, üçüncü günü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci günü ve sekizinci günü rüzgâr inleyip durdu.
Hûd peygamber, kendisine iman edenlerle birlikte bir ağıla çekilmişti. Bu fırtına, bu acı azap onlara hiç dokunmuyordu. Aksine, hepsi iman etmeyenlere karşı Allah’ın gönderdiği bu azaptan içlerinin sevindiğini görüyorlardı.
Bu rüzgâr kısır rüzgârlardandı. Ağaçlara, otlara, çiçeklere döl aşılamayan kısır bir rüzgâr, kısır bir fırtına! Bu yedi gece, sekiz gün içinde bu fırtına eserken taşlar da Ad kavmini kırıp geçiriyor, her şeyi param parça ediyordu. Sokaklar, dağlar, taşlar insan ve hayvan leşleriyle dolmuştu. Ağaçlar yerlere devrilmişti. Yemişlerden iz bile kalmamıştı. Sütunlar üzerine dikilen yüksek evler yerle bir olmuştu.
Hûd peygamberle ona iman edenler kurtulmuştu ancak. Yüce Allah onu, Adlılara verdiği felâketten esirgemişti.
Şimdi çürük bir diş gibi şehrin büyük evlerinin büyük sütunları yerli yerinde kalmıştı. Bu sütunlar sanki:
— “Bir zamanlar burada toprağı eken, biçen, yüce evler, konaklar, surlar yapan bir kavim vardı. Fakat kendilerini yaratanı tanımadılar. Yaratanın gönderdiği elçiyi de tammamazlıktan geldiler. Azgın bir fırtına onları dünyadan göçürdü.” der gibiydi.
Ve Kuran-ı Kerîm Âd kavminin bu başına gelen felâket hakkında şöyle buyuruyordu:
— «Artık onların evlerinden başka bir şey görünmez oldu.»
Ve Allahü Teâlâ şöyle buyurdu:
«Biz, suçlu, cürüm işleyen bir kavmi böyle cezalandırırız.» (Ahkaf sûresi, âyet: 25)
Ve Allahü Teâlâ sonra gelen halklara şöyle bildirdi:
«Biz onları, sizi yerleştirdiğimiz yerlere yerleştirmiştik. Onlara göz, kulak, iyi görsün ve işitsin diye vermiştik. Fakat onların kulakları da gözleri de, iyi görüşleri de hiç bir şeye yaramadı. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini inkâr etmekte direnip duruyorlardı. Onların alaya aldıkları ses onları sardı.» (Ahkaf sûresi, âyet: 26)