Müslümanın Müslüman Üzerindeki Hakları

By | 8 Nisan 2015

Müslümanın Müslüman Üzerindeki HaklarıMüslümanın Müslüman Üzerindeki Hakları

Ebu Hureyre’den, -Allah ondan razı olsun- O şöyle dedi:

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selamını almak, hastayı ziyaret etmek, cenazelere iştirak etmek, davete icâbet etmek ve aksırdığında “elhamdülillah” diyene “yerhamukellâh” demek.

Vaaz

Müslümanların birbirlerine karşı yerine getirmeleri gereken bir takım hak ve vazifeleri vardır. Bu hak ve vazifeler, maddî ve mânevî alanda olabilir.

Bunların yerine getirilmesi veya getirilmemesi durumunda do­ğacak mükâfat ve sorumluluklar da dünyevî veya uhrevî müeyyideler olarak karşımıza çıkar. Fertlerin ve toplumların eğitiminde, dünyevî müeyyideleı kadar, hatta ondan daha önemli ve daha tesirli olmak

üzere manevî müeyyidelerin değeri vardır. Çünkü insanlar, herhangi bir şekilde işledikleri suçları gizleyebilir ve neticede dünyalık müeyyi­delerden kurtulabilirler.

Fakat âhiret inancına ve işlediği her işin Allah tarafından bilindiği, karşılığının da hesap gününde verileceği itikadına sahip olan bir kim­se, nerede olursa olsun kötülük yapmaz, suç işlemez. Böylece İslâm dini, müntesiplerine, dünya hayatında yaptıkları iyi veya kötü her işin karşılığını âhirette görecekleri inancını güçlü bir müeyyide olarak öğ­retir ve bunu kabul etmeyenin mü’min olamayacağını bildirir.

İslâm’ın başka sistemlere üstünlüğü, inananlar için hem dünya hem âhiret sorumluluğu ve müeyyidesi getirmiş olmasıdır. Beşeri sis­temler, en mükemmel kanunları yapıp, en modern tedbirleri alsalar ve en caydırıcı cezaları da koysalar, bunların hiçbiri İlâhî müeyyidenin yerini tutmaz. Tutmadığı ve tutamayacağı tarihte görüldüğü gibi gü­nümüzde yaşanmaktadır.

Dünün ve bugünün tecrübesi, yarının da farklı olmayacağının de­lilidir. İyi mü’minlerden oluşan bir toplumda, suçların ve suçluların oranının yok denecek kadar az olduğu yine tarihin bizler için belgele­yip gözlerimizin önüne serdiği bir gerçektir.

Günümüzde de, İslâm’ı fert planında yaşayan kesimlerde suçluluk oranının hemen hemen yok derecesinde oluşu, konuyla ilgilenen her­kesin ciddiyetle üzerinde durması gereken evrensel bir hakikattir.

Hadisimizde konu edilen haklar, öncelikle toplumun mânevi di­namikleriyle ilgilidir. Çünkü bunların hiç birinin, yapılmaması halinde dünyalık bir cezası, bir müeyyidesi yoktur. Fakat İslâm toplumunun maddî dinamikleri de manevi hassasiyetleri üzerine oturur.

Burada sayılanların herbiri, iyi insan, iyi müslüman olmanın, beşerî münasebetleri en üst seviyede tutmanın, kardeşliğin, dostlu­ğun, yardımlaşmanın, sevinci ve kederi paylaşmanın, şefkat ve merha­met toplumu olmanın temel unsurlarıdır.

Selâm: Müslümanlar için âdeta bir paroladır. Karşılaştıkları za­man aralarındaki ilk söz selâmdır. “Önce selâm, sonra kelâm atasö­zümüz bu prensibi ifade eder. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Allah Teâlâ: “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selâm verin veya ayniyle mukabele edin* (Nisâ sûresi (4], 86) bu­yurur.

Selâmın en azı, “esselamü aleyküm” demektir. Bundan daha üs­tünü ise “esselâmü aleyküm ve rahmetullah” dır. Daha da uzatılıp “ve berakâtüh” ilave edilebilir. Fakat “selâmün aleyküm” demek bile kâfidir.

Kendisine selâm verilen kimse “ve aleykümüsselâm” diyerek karşılık verir. Selâm almanın en kısası budur. Verirken olduğu gibi alır­ken de daha artırılabilir. Bu takdirde “ve aleykümüsselam ve rahme­tullah ve berakâtüh” denilir.

Fakat sadece “aleykümselâm” demekle de selâma karşılık veril­miş olur. Kendisine selâm verilen tek kişi ise, selâmı alması farz-ı ayn- dır. Topluluğa selâm verildiğinde, içlerinden birinin veya bir kısmının selâmı alması ise farz-ı kifâyedir. Böylece diğerlerinin üzerinden farz sâkıt olur.

Selâm, müminlerin birbirine duası ve iyilik temennisidir. “Allah’ın koruması altında olasınız” veya “Selâmet, esenlik sizin üzerinize olsun ve sizden ayrılmasın” anlamlarına gelir.

Hastalık ve sağlık biz insanlar içindir. İnsanın her anı aynı değildir. Dinimiz sağlığa büyük önem verir. Fakat her şeye rağmen insan her zaman aynı sıhhat üzere olmaz, hastalanabilir. Peygamberler bile çe­şitli hastalıklara düçâr olmuşlardır. Bu sebeple müslümanlar, hastalığı Allah m bir imtihanı olarak kabul ederler. Hastalıklar çeşit çeşittir ve her hastalığın şiddeti farklı derecededir.

Hastalanan insanın neş’esi gider, üzüntüsü, sıkıntı ve kederi ar­tar, sabrı zorlanır. Hastalık insan bünyesini sarsar, moralini bozar. İşte böyle bir anda, sağlığında kendisiyle beraber olanların, hastalığında da kendisinin yanında olduğunu görmek insanı sevindirir, moralini yükseltir, terkedilmediğini ve tehlikeli bir hali olmadığını anlar, sıhha­tine tekrar kavuşacağını düşünür. Ayrıca din kardeşlerinin duasını alır ve kendisi de onlara dua eder.

Hasta ziyaı etinde bulunanlar, güzel temennilerde bulunur, sabır tavsiye eder ve hastanın moralini yükseltici sözler söylerler. Hastanın yanında uygunsuz sözler söylemek ve çok uzun süre kalmak doğru de­ğildir.

Sağlık ve hayat, hastalık ve ölüm bütün bunlar biz insanlar içindir. Bu iki grup yek diğerinin zıddını oluşturmaktadır. Ancak her birinin ayrı ayrı birer nimet olduğu da bir gerçektir. Ne var ki insanoğlu, sağlık ve hayatı sever ama hastalık ve ölümü arzu etmez. Bir başka ifade ile bu dört nimet, bir anlamda da birbirlerinin değerini ortaya koyar.

İnsanoğlu sahip olduğu nimetleri kaybedince, onların farkına varır. Sağlık da bu nimetlerden biri, hatta en önemlisidir. Nitekim bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem “İki nimet vardır ki, insanların çoğu onların değerini takdir edemez: Sağlık ve boş vakit’’ (Buhârî, Rikak 1; Tirmizî, Zühd 1; İbni Mâce, Zühd 15) buyurmak su­retiyle bu noktadaki gaflet ve ihmali gözler önüne sermiştir.

Bir başka hadiste de; “Hastalanmadan önce sağlığının, ölüm gel­meden önce de hayatının kıymetini bil!” (Buhârî, Rikak 3; Tirmizî, Zühd 25) diye uyarmıştır.

Hastalık hali, bütünüyle insanın duygu ve davranışlarını etkileyen, dolayısıyla farklı tepkiler vermesine sebep olan fevkalâde zor bir du­rumdur. En basitinden en ağırına kadar hastalıklar, insan psikolojisini -şu veya bu oranda ama mutlaka- etkiler. Bu sebeple de hasta, sağlığın­da üzerinde durmadığı konulara ilgi duyar; iyi günlerindeki akraba ve dostlarını yanında görmek ister.

Nitekim “dostla buluşmak, hastaya şifâdır (likâü’l-halîl, şifâü’l- alîl)” denilmiştir. Hatta sağlığında arayıp sormadığı kişilerin bile ken­disini ziyaret edip hal-hatır sormasını bekler. Gelmezlerse kızar, üzü­lür. Mevsimi olup olmadığını düşünmeden temin edilmesi güç ve hatta imkânsız birtakım yiyecekler, içecekler ister.

Sağlıklı bir toplum yapısı oluşturmak ve beşeri ilişkileri en mü­kemmel şekilde düzenlemek isteyen yüce dinimiz, mü’minleri, bu ko­nularda eğitime tâbi tutmuştur. Onları iyi gün dostu olmaya değil, daha çok kötü gün dostu olmaya teşvik etmiştir.

Hasta ziyaretinin değeri ve konuya ait büyük teşvikin anlamı bura­dan kaynaklanmaktadır. Halkımızın ifadesiyle “binbir türlü hali” olan dünya hayatının her safhasında mü’mince davranmak, İslâm toplum yapısının hem dinamizmi hem de ayrıcalığıdır.

Din kardeşini hastalığında ziyaret etmek, vefatı halinde de cenâze namazına iştirak edip onu mezarına götürmek ve arkasından dua et­mek, kardeşlik hukukunun bir gereği ve vefakârlığın bir göstergesidir. Bu bölümde okuyacağımız 60’tan fazla hadiste bu konuya ne büyük bir önem verildiğini, hastalık ve ölüm hallerinin her safhasında neler yapılması gerektiğini göreceğiz.

Burada şuna da işaret edelim ki, hasta ziyareti ile ilgili haberler 30’u aşkın sahâbîden nakledilmekte olup büyük bir yekûn tutmakta­dır. Bu durum, İslâm’ın başlangıcındaki o saadet asrında hasta ziyare­tine ne kadar büyük bir ehemmiyet verildiğini gösterir.

İslâm, insana sadece sağlığında, üretken olduğu yıllarda değer verip sonra onu bir toplum posası gibi kendi yalnızlığına ve çaresiz­liğine terkeden sistemlere hiç benzemez. İnsanı insan olarak ele alır, sağlığında, hastalığında ve ölümünde ona hep aynı gözle bakar ve öyle bakılmasını ister.

Toplum güvencesi veya sosyal güvenlik diye dillerden düşürül­meyen kavramların gerçek boyutları İslâm’da insanla başlayıp insanla biter.

Ölüm, her insanın dünya hayatında karşılaşacağı sondur. Ondan kaçmak ve kurtulmak mümkün değildir. Mü’minlerin sağlıklarında birbirlerine karşı görevlerinin sonuncusu da ölüm anında cenazeye iştirak etmek, namazını kılmak ve onu kabrine defnetmektir. Bu, ölene karşı son vazife olduğu gibi, arkada kalan yakınlarına karşı da bir hak­şinaslıktır. Müslümanlar, sevinçli anlarında olduğu gibi kederli zaman­larında da birbirlerinin yanında olmalıdırlar.

İşte cenaze, bu kederli anların en acıklı ve en ibretlisidir. Ölüm hepimiz için en büyük nasihat ve derstir. Bu sebeplerden dolayı, ce­nazeye iştirak etmek vazifelerimiz arasındadır. Cenazenin arkasından gitmek vazifesi, onun namazını kılmakla sona ererse de kabre defin edinceye kadar bulunmak daha faziletlidir.

Dâvete icabet etmek: Dâvet edilen yere gitmek, müslümanlar için önemli vazifelerden biridir. Düğün davetlerine mutlaka katılmak gerektiği ve bunun vâcip olduğu hususunda İslâm alimleri görüş birliği içindedir. Bunun dışındaki dâvetlere katılmak sünnet ya da müstehabdır. Şu kadar var ki, haram ve günahların işlendiği dâvetlere ica­bet edilmesi dinimizde câiz görülmemiştir. Çünkü haram davranışlar dâvete katılmaya engel teşkil eder.

Allah Rasûlü, sahâbe-i kirâmın bütün dâvetlerine icabet etmiştir. Dâvet edenin toplum içindeki sosyal mevkiine, zenginlik ve fakirliğine göre bir ayırım yapmamıştır. Fakirlerin çağırılmadığı dâvetleri hoş kır- şalamadığı gibi sadece zenginlerin çağırıldığı dâvetleri de kınamıştır.

Çünkü dâvetler, zengini ve fakiri, yaşlısı ve genciyle inananların birlikte bulunduğu ve aralarında ülfetin, muhabbetin, şefkat ve mer­hametin tezâhürünün görüldüğü bir hayır meclisi niteliği taşır. Meşru dâvetlere katılma zaruretinin sebebi de bu olsa gerekdir.

Dâvetler, dâvetçiyle dâvetlinin birbirlerine karşı saygı ve sevgisi­nin, insanı saymanın ve insan sayılmanın da en güzel görüntülerinden biridir.

İslâm toplumlarının hemen hepsinde olduğu gibi, özellikle ülke­mizde çeşitli vesilelerle, en küçük yerleşim birimlerinden büyük şe­hirlere kadar yaygın olan dâvet âdetimiz, dini hayatımızın ve toplumumuzun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bunları meşrû bir şekilde devam ettirmek, sağlıklı bir toplum yapısını korumanın da vesilesidir.

Allah Rasûlü: “Aksırmak Allah’tan, esnemek şeytandandır” (Tirmizî, Edeb 7) buyurur. Hadis kitaplarımızda bunlarla ilgili pek çok ri­vayet vardır. Aksırmanın, sağlık açısından bedeni dinçleştirme ve zihnî uyanıklığı temin yönünden çeşitli faydaları vardır. Buna karşılık esnemenin uyuşukluk ve miskinlik belirtisi olduğu kabul edilir.

Bu durumda aksırmak bir nimettir. Her nimet gibi, bu da Allah’­tandır. Allah’ın bütün nimetlerine hamdetmek, müslümanın kulluk vazifelerinden biridir. Bu sebeple, aksıran kimse “elhamdülillah der. Aksıranın hamdettiğini duyan müslüman, “yerhamükellah” diye kar­şılık verir. Bunun anlamı “Allah sana rahmetiyle muâmele etsin” de­mektir. Aksıran da kendisine dua eden müslüman kardeşine “yehdînâ ve yehdîkümullah =Allah bize de size de hidayetini nasib etsin” diye karşılık verir. Bütün bunlar, müslümanların en küçük ayrıntılarda bile birbirlerine karşı bir takım hak ve vecibelerinin olduğunu göstermek­tedir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:

“Allah aksırandan hoşlanır, esneyenden hoşlanmaz. Sizden biriniz aksırıp “elhamdülillah” deyince bunu işitenin “yerhamükellah” deme­si, üzerine bir vecibedir. Esnemeye gelince, sizden biriniz esnediği zaman, gücünün yettiği kadarıyla onu yapmamaya ve ağzını açarak “hâh hâh dememeye çalışsın. Çünkü bu şeytandandır ve şeytan bu halin­den dolayı o kimseye güler” buyurmuştur.

Müslim in bir rivayetinde “Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır…” şeklinde gelmesi, rivayetler arasında bir çelişki ve aykı­rılık olmayıp, bu hakların beş veya altı ile sınırlı olmadığının delilidir.

Çünkü bunlardan başka hak ve vazifelerle ilgili hadisler de vardır. Bu ikinci rivayetteki tek fark, “Nasihat isteyene nasihat etmek” vazife­sidir. Nasihat, kişinin hayrına ve kurtuluşuna vesile olan söz ve davra­nışların tamamını kapsayan bir tâbirdir. Mâna ve mâhiyetini, muhte­vasını ve önemini bu kitabımızın ilgili kısmında açıklamaya çalıştık.

Vaazdan Öğrendiklerimiz:

Müslümanların birbirleri üzerinde hak ve vecibeleri vardır ve bunlar maddî veya mânevî niteliklidir.
Her hak, bir mükellefiyeti de beraberinde getirir. Mükellefiyet­lerini yerine getirmeyenler mes’uldürler. Bu mes’uliyet dünyevî veya uhrevî olabilir.
Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Hasta ziyareti sünnet­tir. Ziyarette edebe riâyet etmek gerekir. Cenazeyi teşyîde, namazını kılmak ve kabre defnetmek farz-ı kifâye, bunun dışındaki hizmetler sünnet ve müstehabdır. Meşru ölçüler içinde yapılan düğün dâvetine icabet vâcip, diğer meşru dâvetlere katılmak ise sünnet ya da müstehaptır.
Aksırıp “elhamdülillah” diyene “yerhamükellah” diye mukabe­lede bulunmak bir vecibedir. Nasihat isteyene ve nasihata ihtiyacı ola­na nasihat etmek, yol ve yön göstermek, gücü yetenler üzerine dînî bir vazifedir.