İnsanı İnkara Götüren Faktörler – 3

By | 7 Nisan 2015

insani-inkara-goturen-faktorler-33 – On yargılı veya şartlı duruş: Varlığın meydana gelişini ele alırken, ‘Müteal/aşkın bir boyut, rasyonel değildir.’ diyerek teorilerini kuranlar, böyle bir boyuta ulaşan muhtemel tüm yolları ‘Rasyonel değildir.’ diyerek ta baştan kapatmış oluyorlar.

Materyalist bilim anlayışının genelinde gaybî bir yaratıcının varlığı peşinen reddedilir. Yani, işin başında -haşa- ‘Yaratıcı yok, müteal/aşkın bir boyut yok; her şey sebep-sonuç ilişkisi içerisinde çözümlenmesi gerekir’ şartlanmışlığıyla sözüm ona ‘bilimsel!’ bir metod geliştirilir. Açıkçası, maddeci zihniyet işe -haşa- ‘Allah yoktur.’ diye başlar. Sonra ne olur? Aşkın boyuta gitme ihtimali olan bütün soruların önünü ‘Bilimsel değil.’ diye kapattıkları için, kendi çizdikleri sınırlar çerçevesinde hiçbir soruya nihaî cevap bulamadan kısır bir döngü içerisinde dolanıp dururlar. Temelde bu insanlar akıllarının sesini dinleme çabası içinde olmamışlardır. Başta iman karşıtı bir şartlanmaya girmiş olmalarından dolayı ‘bilimsel!’ ve ‘rasyonel!’ gibi kılıflar icat etmişlerdir. Akıl, aşkın bir gücün varlığını ve gerekliliğini kabul edemezmiş gibi bir şartlanmayla baktıklarından hakikati görememişlerdir.

Bu cümleden olarak diyebiliriz ki, Allah’ı inkâra şartlanmış anlayışın asıl derdi, aklı kullanmak değil, aklı semavî din gerçeğine karşı kullanmaktır. Diğer bir deyişle onların ellerinde akıl, vahyin bildirdiği gerçeklere itiraz etmek için kullandıkları bir araçtan ibarettir. Ele aldıkları konuyu müteal boyutla açıklama gereği her belirdiğinde, cevapları hazırdır: “Ama bu bilimsel değil.” “Rasyonel bir tutum değil.” Görülüyor ki, inkârlarında şartlananlar, önceden belirlenmiş bir amaç için kendilerince bir bilimsel metot geliştirip sonra bu belirlenmiş amacı yanlışlayan her türlü yaklaşımı “Bilimsel değil!” diye reddetmektedirler.

Kalplerini en başta gaybî bir Yaratıcının varlığı hakikatine kapatıp meseleye tek bir açıdan bakmaya çalışan materyalistler, bu tavırlarının sonunda ‘Yaradanı’ yaratılmış eşya arasında aramak zorunda kalıyorlar. Meselâ, materyalist bir bilim adamı varlığı/kâinatı gözlemliyor, olup bitenlere bakıyor ve bir ön kabulle “Bu gördüğümden başka yoktur.” diye önceden karar alıp yorumlamaya başlıyor. Gözlemledikleri hakkında yalnızca bilgi vermiyor. Sözgelimi bir hücreye bakıp bu hücrenin çekirdeğindeki DNA’nın yapımıyla ilgili olarak, “DNA belli şartlarda kendi kopyasını yapar.” diye genel bir ‘hüküm’ çıkartıyor ki, bu, söz konusu durumla alâkalı olarak yapılan bir bilgilendirmeden ziyade bir şartlanmanın doğurduğu yorumdur, peşinen verilmiş bir hükümdür. Bu hüküm bir zandan ibarettir.

Bu zan, sağlıklı aklın nazarî çabası sonucunda ulaştığı güçlü bir ihtimal olmayıp ön yargıların baskısı altında şekillenen ve onların tutkularını savunmaya yarayan temennilerdir. Nitekim Kur’ân farklı yerlerde şöyle der:

“…Onlar sadece birtakım zanlara uymakta ve sırf kafadan atmaktadırlar..” (Yûnus, 10/66)
“Onlar sadece zanlanna ve nefislerinin heva ve heveslerine uyarlar.” (Necm, 53/23)

Aklın ta baştan tek yönde ısrarlı bir şekilde düşünmeye mahkum edilmesiyle öyle bir hale geliniyor ki, kişi artık düşünmenin rehberi durumunda olan sözleri (vahyi) işitmiyor; duymadığı için de düşünemiyor. Başta tevhid hakikati olmak üzere imanî ve İslâmî değerlere şartlanmışlık içerisinde bakmak, hidayete manidir. Kur’ân’ın müttakilere hidayet rehberi olmasının verdiği mesajlardan birisi de budur. Diğer taraftan akıl sadece bir alettir. Vahyin nuruyla aydınlandığında, kalbin refakatinde gerçek fonksiyonunu icra eder. Yoksa sadece aklına güvenerek yola çıkan bir insan yarı yolda kalır.