Kibrin İlâcı

By | 6 Ağustos 2014

kuran

Kibrin İlâcıKibrin İlâcı
Saâdet yolunu zerre kadar kapayan ve Cennete yaklaştırmayan her hastalığın ilâcı, yâni tedavisi farzı ayındır. Hiç kimse de bu hastalığın dışında kalmaz. Bunun da tedavisi iki çeşit ilâç iledir. Biri kısaca, diğeri ise uzundur.
KISA TEDAVİ, ilim ve amel terkibindedir.
İLİMLE OLAN TEDAVİSİ, Allahü Teâlâ’yı tanımak, kibriyâ ve azamete ondan başkası lâyık olmadığını bilmekle ve kendini tanıyıp, kendinden aşağı, hakir, zelil, insaniyetsiz hiçbir şey olmadığım anlamakla olur. Bu, hastalığın kökünü ve esasını kalbden söküp atan bir müshildir. Bir kimse bunu iyice biliyorsa, Kur’ânı Kerim’ den bir âyeti kerime ona yetişir. Nitekim âyeti kerîmede şöyle bu yurulmuştur: «Canı çıksın insanın, ne kadar da şükürsüzdür. O neden yaratıldı? Bir damla menlden değil mi? Sonra belli bir miktar büyüyünce, yolu ona rahat eyledi. Sonra onu öldürür ve kabre koyar. Nihayet dilediği zaman onu mahşer yerine getirir» 0). Allahü Teâlâ ona kendi kudretini bildirdi. Öncesini, sonrasını ve ikisi arasındaki ahvalini de bildirdi.
Bastaki ahvâli, «O hangi şeyden [nedeni yaratıldı?» ( ) dır. Buradan kendinden daha aşağı bir şey olmadığım ve olmayacağım anlamalıdır. O yok idi. Ne ismi, ne de nişanı vardı. Ezelde yoklukta örtülü idi. Yaratılmasına kadar böyle devam etti. Nitekim bir âyeti kerimede, «Öyle bir zaman vardı ki, o zaman insanın nâmı ve nişanı yok idi» t1), buyurulmuştur. Sonra Allahü Teâlâ ondan daha aşağı olmayan, toprağı yarattı. Sonra bir parça su ve kandan meniyi yarattı. Bundan pis bir şey yoktur. Onu yoktan yarattı. Onun aslını, su, alçak toprak ve murdar kandan yaptı. Kulaksız, gözsüz, kuvvetsiz ve hareketsiz bir et parçası oldu. Belki kendinden habersiz bir. bitki idi. Sonra onun görme, tatma, konuşma, kuvvet, kudret, el, ayak, göz ve bütün uzuvlarını yarattı. Hattâ öyle yarattı ki, kendinde olanlardan hiçbirini toprakta, menide ve kanda göremez. Onda, gururlanmak için değil, kendisini yaratanın Celâl ve Azametini anlamak için ne şaşılacak garib şeyler yarattı. Kibrin İlâcı
Bunların hiçbirini insan kendi yaratmadı ki, bunlarla kibirlensin. Nitekim âyet:i kerimede, «Onun âyetlerinden biri de, sizi topraktan yarattı, insan oldunuz ve dünyaya yayıldınız» (2), buyuruldu. İnsanın başlangıcı böyledir. Dikkat ediniz! Utanılacak bir şey mi, yoksa kibir edilecek bir şey midir?
Ortadaki ahvâli ise şöyledir: Onu bu dünyaya getirdi, bir müddet sakladı. Bu duygu ve organları ona verdi. Eğer işini eline verse onu ihliyaçsız yapsaydı, yine de yanılır, hata ederdi ve kendini bir şey zannederdi.
Bunu da yapmadı; bilâkis açlık, susuzluk, soğukluk, sıcaklık, elem, sıkıntı ve yüzbinlerce çeşit çeşit belâlarla bağlayıp, öleceğinden, sağır, kör ve hasta olacağından, yahut birisine tutulacağından yahut da açlık ve susuzluktan helâk olacağından, bir an kendinden emin eylemedi. Faydasını acı ilâçlara yerleştirdi ki, faydalandığı an zahmet de çeksin. Zararını hoş şeylere koydu ki, ondan lezzet alınca, pişman olsun. Hiçbir işini ona teslim etmedi. Hattâ bilmek istediği şeyi bilemez, unutmak istediğini unutamaz, düşünmek istemediği şeyler kalbine dolar. Düşünmek istediklerinden kalbi kaçar. Onu‘ böyle acayip şekilde, güzel ve olgun yarattığı hâlde, onu öyle âciz yaptı ki, ondan aşağı, zavallı ve âciz hiçbir şey yoktur.
Sonraki hâli ise ölmektir. O zaman ne kulak, ne göz, ne his, ne güzellik, ne beden, ne de uzuvlar kalır.Kibrin İlâcı Kötü kokan bir leş olup, görenler burnunu tutup geçerler. Yerdeki böceklerin, kurtların karnında pislik olur.
Sonra alçak ve zelil toprak olur. Eğer bu hâlde kalsa yine bir işe yaramış olurdu. Dört ayaklı hayvanlarla beraber olurdu. Bu saadete de kavuşamadı. Kıyamet günü onu tekrar diriltir ve dehşet içinde kalır. Gökleri parça parça olmuş, yıldızlan dökülmüş, ayı ve güneşi tutulmuş, dağları pamuk gibi atılmış, yeryüzünü değişmiş, zebanileri kemend atar hâlde, melekleri herkesin eline defterlerini verip herkes dünyada yaptığı kötülük ve rezillikleri gördüklerini, birer birer okuduklannı, o anda nasıl olduklannı ve «Hadi gell Cevap ver, ne için konuştun, ne için yedin, ne için oturdun, ne için kalktın, ne için baktın, ne için düşündün?» dediklerini görür. Eğer Allah korusun, bu suallerin cevabını veremezse, onu Cehenneme atarlar. O zaman, «Keşki domuz, yahut köpek, yahut da toprak olsaydım. Çünkü onlar Cehennemden kurtulmuşlardır», der. Hâli domuz ve köpekten daha aşağı olabilecek bir kimse, nasıl gururlanır ve başkalarına övünür. Eğer yerdeki ve gökteki bütün zerreler onun başına gelen bu korkunç felâkete ağlasalar, inleseler, feryad etseler ve onun çirkin ve rüsvâ defterine böyle üzülseler âciz kalırlar.
Bir kimseyi padişahın suçüstü yakalayıp zindana attığı ve bu kimseyi ip veya işkenceler beklerken o bunlara aldırmayıp zindanda övünmekle, büyüklük taslamakla meşgul olduğunu hiç duydunuz veya gördünüz mü? Bütün insanlar dünyada, âlemin padişahının zindanındadırlar ve büyük cinayetler işlemekte ve sonunu bilmemektedirler. Hâli böyle olan nasıl kibirlenebilir ve övünebilir! Kendini böyle bilene, bu bilmesi müshil olur ve kibir kökünü kalbinden, temelinden söküp atar. Kendinden aşağı kimse göremez. Belki toprak, kuş ve taş olup, bu tehlike ve korkuda olmamak ister.
AMELÎ İLÂCI, her işte ve her harekette tevâzu sahiplerinin yaptıklarını yapmaktır. Nitekim Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) yerde yemek yerdi; yerken bir yere dayanmazdı ve «Ben kulum, kullar gibi oturur ve yerim» 0), buyururdu.
Selmân’a (radıyallahü anh), «Yeni elbise giysene», dediklerinde, «Ben kulum, âhirette azâd olursam yeni elbiseden mahrum olmam», derdi. Namaz sırlarından biri, rükû’ ve secdelerle yapılan tevâzudur. Zira en kıymetli yeri olan yüzünü en aşağı şeye toprağa koyar ve kalbini kırar. Arablarda kimseye eğilmemek vardı. O hâlde secde onlara büyük ayıb gelirdi. Kibir olan her şeyin aksini yapmak lâzımdır. Kibir, görünüşünde, dilinde, gözünde, bedeninde, elbisesinde ve hareket ve duruşunda belli olur. Hepsini uğraşarak atmaya ve bunu âdet etmeye alışmalıdır. Kibrin eserleri çoktur.
Biri; arkasında kimse olmayınca yalnız başına gitmek istemez. Bundan kaçmak lâzımdır. Hasanı Basrî (rahmetullahi aleyh) ile kim gitmek istese, müsaade etmezdi. Arkamda insan olursa, kalbim yerinde durmuyor, derdi. Ebû Zer (radıyallahü anh) buyurur: «Ar
kanda gidenler ne kadar çok olursa, Allahü Teâlâ’dan o kadar uzak olursun». Resûiullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), insanlar arasında yürüyünce, bazan onları öne geçirirdi.
Diğeri; insanların, huzurunda toplanmalarını, onun için ayağa kalkmalarını ister. Resûiullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir kimsenin kendisi için ayağa kalkmasını beğenmez, kerih görürdü. Emî rü’lMü’minîn Ali (kerremallahü vecheh) buyuruyor: «Cehennemlik görmek isteyen, karşısında bir kimse ayakta dururken oturan kimseye baksın». Süfyânı Sevrî Mekke’ye geldi. îbrâhim Edhem onu çağırdı ve «Gel bize hadısi şerifler anlat», dedi. Süfyân geldi. Îbrâhim Edhem ona, «Tevâzuunu görmek istedim», dedi.
Biri de; yanında bir fakirin oturmasını istemez. Resûiullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ise, fakir elini çekmeden, sofradan kalkmazdı. O böyle idi. Hasta ve dermansız olanlardan herkes kaçar. O ise onlarla yemek yerdi.
Biri de; kendi evinin işine bakmaz, Resûiullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ise evinde çalışırdı. Ömer ibn Abdülaziz’in misafiri vardı. Kandil söndü. Misafir, «Yağ getireyim mi?» dedi. «Hayır, mi şafire hizmet ettirmek mürüvvete sığmaz», buyurdu. «Hizmetçinizi uyandırayım», dedi. «Hayır, daha yeni uyudu», buyurdu. Sonra kendisi kalktı, kutu getirdi ve kandile yağ koydu. Misafir, «Ey Emîre’l  Mü’minîn! Kendin mi getirdin?», dedi. «Evet, gittiğim zaman Ömer idim, şimdi geldim yine aynı Ömer’im», buyurdu.
Biri de; evine lâzım olanı kendisi getirmez. Resûiullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) kendisi bir şey aldı ve kendisi eve götürdü. Birisi alıp taşımak istediyse de vermedi ve «Sahibinin taşıması daha iyidir», buyurdu. Ebû Hureyre (radıyallahü anh) vâli iken odun yüklenip pazara gider ve «Vâliye yol veriniz», derdi. Ömer (radı yallahü anh) çarşıda sol elinde et, sağ elinde kamçısı olduğu hâlde dururdu.
Biri des süslü elbise giymeden evinden çıkmaz. Ömer’i (radıyal lahü anh) çarşıda elbisesinde ondört yama, yamaları da eskimiş hâlde görürlerdi. EmirüiMü’minîn Ali (radıyallahü anh) âdi bir elbise giyerdi. «Niçin böyle giyinirsiıj?» dediler. «Kalbim bununla huşû buluyor; başkaları da giyinsinler, fakirler memnun olur», buyurdu. Tâvûs (radıyallahü anh) buyurur: «Elbisemi eskisi gibi bulamıyorum». Yâni kalbimde kendini beğenmek ve üstün görmek hâli buluyorum demek istedi. Ömer ibn Abdülaziz’e halife olmadan önce bin gümüş kıymetinde elbise almışlardı. «Çok güzeldir, fakat bundan yumuşağını isterim», dedi. Halife olduktan sonra, beş gümüşlük elbise satın aldılar. «Güzeldir, fakat bundan âdisini isterim», dedi. Sebebini sorduklarında, «Allahü Teâlâ bana her şeyi tadan ve isteyen bir nefis verdi. Birini tadınca, diğerini ister. Bugün halife oldum. Bunun ötesinde başka mertebe yoktur. Şimdi ebedi padişah olmak istiyor ve onun için çalışıyorum», dedi.
İyi elbise her zaman kibir içindir zannedilmesin. Çünkü bazı kimseler her şeyde iyi olmayı sever. Bunun alâmeti, yalnızken de iyi giyinmeyi sevmektir. Bazıları da eski elbise giyip, zâhid görünmek ve böylece kibir etmek ister. İsa aleyhisselâm buyurdu: «Ruhbanların İzâhidlerin, âbidlerinl elbisesini giymenizin ve kalblerini zi kurt huylu yapmanızın sebebi nedir? Padişah elbisesi giyin ve fakat kalbinizi Allah korkusu ile yumuşak ve ince yapın». Ömer (ra dıyallahü anh) Şam’a geldi. Yırtık elbise giyiyordu. «Burada düşmanlar vardır, iyi elbise giyseniz ne olur?», dediklerinde, «Allahü Teâlâ bizi İslâm dini ile aziz eyledi. Başka hiçbir şeyde izzet aramam» buyurdu.
Velhâsıl tevâzuu öğrenmek isteyen kimse, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) hâllerini bilmeli ve ona uymalıdır.
Ebû Sâidi Hudrî diyor ki: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) hayvanlara yem verir, deveyi bağlar, ahıra gider, koyun sağar, nalinini tamir eder, yırtık ve söküğünü diker ve hizmetçileri ile yemek yerdi. Hizmetçi yorulunca, el değirmenini döndürmekte ona yardım ederdi. Çarşıdan bir şeyler alır, kucağında eve getirirdi. Fakire, zengine, küçüğe, büyüğe önce kendisi selâm verir, mübarek elini onlara uzatırdı. Din hususunda köle ile hür, beyaz ile siyah arasında fark gözetmezdi.’ Gece ve gündüz aynı elbiseyi giyerdi. Üstü başı toz  toprak içerisinde olanların bile dâvetine giderdi, önüne ne getirseler, az da olsa hakir görmezdi. Sabah için akşamdan yemek hazırlamazdı. Güzel ahlâklı, kerîm tabiatlı olup herkesle iyi geçinirdi. Mütebessim idi. Gülmezdi. Mahzundu, fakat asık yüzlü değildi. Mütevâzi idi, ancak zillete vardırmazdı. Heybetli idi, sert ve haşin değildi. Cömert idi, israf etmezdi. Herkese merhametli idi. İnce kalbli idi. Daima başını önüne eğerdi. Kimseye tamâ’ etmezdi. O hâlde saâdete kavuşmak isteyen ona uysun. Bunun için Allahü Teâlâ. «Elbette sen en güzel ahlâk üzeresin» (*), buyurup onu med heyledi.
UZUN TEDAVt yolu, ne ile tekebbür ettiğine dikkat etmesidir. Eğer nesebi ile kibirleniyorsa, kendi nesebini Allahü Teâlâ’nın bildirdiği şekilde bilmelidir. Allahü Teâlâ, «Senin aslın topraktandır, nesebin menidendir» (2), buyuruyor. O hâlde meni baban, toprak ceddindir. Meni ve topraktan aşağı ise hiçbir şey yoktur. Eğer babam hayattadır dersen, seninle baban arasında, meni, kan, et parçası ve daha birçok kötü şeyler vardır. Niçin bunlara bakmıyorsun?
Daha şaşılacak bir şey vardır ki, baban amelelik etse, insanlardan kan alma mesleğini seçse, utanırsın.
Çünkü elini toprağa ve kana bulaştırıyor. Halbuki sen de toprak ve kandansın. Öyleyse neyinle iftihar ediyorsun? Bunu öğrendikten sonra sen, kendisini seyyid sanıp da, iki şahit tarafından bir cariye ile bir hacamatçının oğlu olduğu isbat edilen bir kimse gibisin. Bunu bilince bir daha gururlanmaz ve büyüklük taslayamaz. Bir de nesebi ile övünen, başkası ile övünmüş oluyor, kendisi ile değil, Fazilet kendinde olmalıdır. Çünkü insan pisliğinden çıkan kurdun at pisliğinden çıkan kurttan üstünlüğü yoktur.
Güzelliği sebebi ile kibrediyorsa, içindekilere baksın. Çirkinliklerini görsün. Karnında, mesanesinde, damarlarında, burnunda, kulağında ve bütün uzuvlarmda ne pislikler bulunduğunu düşünsün. Her gün bunları kendi eli temizliyor, yıkıyor. Halbuki gözü onları görmeye, burnu koklamaya dayanamazken, kendisi bunların hamallığını yapıyor! Sonra hayız kanıyla meninin birleşmesinden yaratıldığını ve idrar yolundan çıktığını gözünün önüne getirsin.
Tâvûs (radıyallahü anh) böbürlenerek yürüyen birisini gördü. «Bu, karnında neler taşıdığını bilen kimsenin yürüyüşü değildir», buyurdu. İnsan bir gün kendini yıkamazsa, çöplük ve mezbelelik^ lerden pis olur. Mezbelelikte olan pis şey, onun çıkardığıdır. Güzelliği yanında kalmayacaktır ki, sevinsin, gururlansın. Başkalarının çirkinliği de onlarda kalmayacaktır ki, üzülsünler. Onun güzelliğine de güvenilmez. Bir hastalık ile solar, gider. Birkaç sivilce onu, herkesten çirkin gösterir. Böyle zayıflık ile gururlanmak yakışmaz.
Kuvveti ile kibirlenen, düşünsün ki, bir damarı kopsa ondan âciz kimse olmaz. Eğer bir sinek bir yerini ısırsa ondan canı yanar. Eğer bir sivrisinek kulağına girse öleceğinden korkulur. Ayağına bir diken batsa olduğu yerde kalır. Ne kadar kuvvetli olsa, öküz, as lân ve fil ondan çok kuvvetlidirler. Öküz ve eşeğin kendinden ilerde olduğu şeyde, nasıl övünebilir?
Ama eğer zenginlik, hizmetçilerinin çokluğu ve âmirliği ile kibirleniyorsa, bütün bunlar kendinin dışındadır. Malını hırsız çalsa veya onu sultanlıktan azletseler elinde ne kalır? Sonra birçok Yahudi vardır ki, ondan çok mala sahiptir. Birçok aklı az kimseler vardır ki, onun on misli saltanata sahiptirler.
Velhâsıl seninle olmayan senden değildir. Senden olmayan bir şeyle övünmen ise gayet çirkindir. Bunların hepsi kullanman için sana emanet edilmiştir. Hiçbiri, senin değildir. Zahiren senden olup gururlanacağın şeyler ilim ve ibadettir. Bunun ilâcı ise daha zordur. Çünkü bunlar birer kemâldir. İlim, Allahü Teâlâ’nın indinde aziz ve azimdir fbüyüktürl. Allahü Teâlâ’nm sıfatlarındandır. O hâlde âlimin kendine iltifat etmemesi zordur. Bu da iki vecihle kolay olur.
BİRİNCİ VECİH: Âlim için hüccetin, büyük bir şey ve tehlikesinin de büyük olduğunu bilir. Zira cahilin yaptığı afvolunabilir ama âliminki afvedilmez. Alimin cinayeti pek büyüktür ve duyulur. Alimlerin tehlikesi hakkında bildirilen âyeti kerime ve hadisi şerifleri düşünmek lâzımdır.
Kur’ânı Kerîm’de Allahü Teâlâ ilmi ile amel etmeyen âlimleri eşeğe benzetiyor ve «Merkeb gibi, kitâbları sırtında taşıyor» 0), buyuruyor. Bir başka yerde de köpeğe benzetiyor ve «Köpeğe benzer, eğer zorlukla karşılaşırsa dili sarkar, kendi başına bırakırsan da yine dilini çıkarır» (2), buyuruyor. Yâni, bilsin bilmesin kendi alışkanlığını bırakamaz. Hattâ köpekten ve merkebten aşağıdır. Aslında, âhirette kurtulamayan, bütün cansızlardan da aşağıdır. Nerede kaldı ki, hayvanlık mertebesine çıkabilsin? Bunun için Ashâbı kiramdan biri, «Keşke bir kuş olsaydım», bir başkası da, «Keşke koyun olsaydım», demişlerdir. Demek ki, sonundaki tehlikeleri düşününce kibirlenmeye kalkmaz. Kendinden cahil birisini görünce, «O bilmiyor, bilse günah işlemezdi, o benden iyidir» demelidir. Kendinden bilgili birisini görünce, «O benim bilmediklerimi biliyor, benden iyidir» demelidir. Bir ihtiyar görünce «Allahü Teâlâ’ya benden çok ibadet etmiştir, benden iyidir»; bir çocuk görünce de, «Benim çok günahım vardır. O daha çocuktur. Benim gibi günahı yoktur ve benden iyidir», demelidir. Hattâ bir kâfir bile görünce kibir lenmeyip, «Belki Müslüman olur, hüsni hâtimeye kavuşur ve benim sonum ise küfür olabilir», demelidir. Nitekim Ömer (radıyalla hü anh) İslâm’a girmezden önce birçok Müslümanlar ona kibirle nirlerdi, fakat bu Allahü Teâlâ’nm ilminde hata idi. Büyüklük âhirette kurtulmak olunca ve o da bilinmeyince, herkes âhiret korkusu ile meşgul olup, kibirle uğraşmamalıdır.
İKİNCİ VECİH: Kibir ve büyüklüğün Allahü Teâlâ’ya yakıştığını, başka kimseye uygun olmadığım bilir. Kibri, Allahü Teâlâ’dan almak isteyeni Allahü Teâlâ düşman tutar. Zira herkese, «Benim yanımda kıymetli olmanız, kendinize kıymet vermediğiniz zamandır», buyuruyor. Meselâ sonunun kurtuluş ve saâdet olacağını bilse de, yukarıdaki sözü bilmekle kibir ondan gider. Bunun için peygamberler (aleyhimüsselâm) mütevâzi idiler. Çünkü Allahü Teâlâ’mn kibri sevmediğini bilirlerdi.
Ama çok ibadet eden, âbid olmasa da âlime gururlanmamak ve «Belki ilmi şefaatçisi olur ve günahlarını mahveder», demelidir. Resûiullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: «Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü, benim ashâbımdan birine olan üstünlüğüm gibidir» (3). Cahil veya hâli bilinmeyen birisi olursa, «Belki o, benden daha çok ibadet edicidir ve kendini bildirmiyor», demelidir. Eğer müfsid ise, «Benim kalbime gelen birçok vesvese ve düşüncelerin günahı fıskdan daha açıktır. Belki kalbimde bilmediğim öyle bir günah var ki bütün amellerimi yok eder. Onun kalbinde iyi bir sıfat olup günahlarına kefaret, olabilir. Belki tevbe eder de hüsni hatimeye kavuşur ve ben bir hata işlerim ki, ölüm zamanında imanım tehlikeye düşer. Velhâsıl, «Onun ismi Allahü Teâlâ’nın indinde niçin şakilerden anılsın! Kibir etmek cahilliktendir», demelidir. Bu sebeptendir ki, büyükler, âlimler ve şeyhler daima mütevâzi idiler.