Kalbe Ait Edebler

By | 31 Temmuz 2014

namaz-kildiran-seccade

kalp

Kalbe Ait Edebler
Kur’ânı Kerîm okurken kalbe ait edebler de altıdır.
BİRİNCİ EDEB: Okuduğunun büyüklüğünü bilmelidir. Çünkü Allahü Teâlâ’nın kelâmıdır ve kadîmdir. Sonradan yaratılmış değildir. Allahü Teâlâ’nın sıfatıdır. Zâtı ile kaimdir, durmaktadır. Dille söylenen ise harflerdir. Evet, dille ateş demek kolaydır ve herkes bunu söyleyebilir, ama ateşin kendisine dayanamaz. Kur’ânı Ke rîm’in harflerinin hakikî mânâları açığa vurulsaydı, yedi kat gökler ve yer bu tecelliye dayanamazdı. Bunun için Allahü Teâlâ, «Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağ başına indirseydik muhakkak ki onu Allah korkusundauı baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün…» i1), buyuruyor. Fakat dillerin ve kalblerin dayanabilmesi için, Kur’ânı Kerîmin güzelliğini ve büyüklüğünü harf şekilleri ile örtmüşlerdir. Onu bu harflerin kisvesine bürüyüp göndermekten başka, göndermek olamaz. Bu, harflerin arkasında büyük bir gerçeğin bulunmadığını göstermez! Bu şuna benzer: Hayvanlan sürmek, onlara su vermek ve iş yaptırmak, insan sözü ile olamaz. Çünkü hayvan, insan sözünü anlayamaz. Bunun için hayvan sesine yakın sesler bulmuşlar, bu sözlerle hayvanlara hitap etmişler, anlatmışlardır. Hayvanlar bu sesleri duyup iş yaparlar, fakat faydasını bilmezler. Sabana koşulan öküz, toprağı yumuşatır. Ama toprağı yumuşatmanın, tarlayı sürmenin hikmetinin, faydasının, havanın toprak arasına girmesi, su ile birleşmesi ve her üçü bir araya gelince, tohumlan besleyip büyüteceği olduğunu bilmez. İnsanların çoğunun, Kur’ânı Kerlm’den nasipleri de ses ve görünüş mânâsından fazla değildir. Hattâ bazıları Kur’ânı Kerîm’i yalnız harf ve seş sandılar. Kalbe Ait Edebler Bu büyük bir zaaf ve gevşekliktir. Bu, bir kimsenin ateşin hakikatini ateş harfleri olduğunu zannetmesi gibidir. Fakat ateş kâğıda yaklaştığı zaman, onu yakacağını ve bu harflerin ise daima kâğıdın üzerinde durup ona hiç te’sir etmediğini anlamaz. Her bedenin, her şeklin kendine benzeyen bir ruhu olduğu gibi; Kur’ânı Kerîm harflerinin mânâsı rûh gibi, harfler ise şekil ve sûret gibidir. Şeklin, sûretin şerefi rûh sebebiyledir. Harflerin şerefli olmasının sebebi de, mânâlann rûhu, hakikati sebebiyledir. Bunun hepsini böyle bir kitapta anlatmak imkânsızdır.
İKİNCİ EDEB: Kur’ânı Kerim okumadan önce bu kelâmın sahibi olan Allahü Teâlâ’nın büyüklüğünü kalbinde bulundurmaktır.
Kimin kelâmını okuduğunu ve nasıl tehlikede bulunduğunu bilmelidir. Çünkü O buyuruyor: «Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez» (2). Mushaf’ın kendisine abdestsiz do kunulmadığı gibi, Allahü Teâlâ’nın kelâmının hakikatini, kalbi kötü ahlâklardan temizlenmemiş, hürmet ve tâzim nuru ile süslenmemiş olan anlayamaz. Bunun için Hazreti İkrime (radıyallahü anh) ne zaman Kur’ânı Kerîm’i açsa, kendinden geçer gibi olur ve «Bu benim Rabbimin sözüdür, bu benim Rabbimin sözüdür», derdi. Allahü Teâlâ’nın büyüklüğünü bilmeyen, Kur’ânı Kerim’in büyüklüğünü anlayamaz. Bu büyüklük ise, Allahü Teâlâ’nm sıfatlarını ve işlerini düşünmeyince kalbde meydana gelmez. Arş’ı, Kürsi’yi, yedi kat gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan melekleri, cinleri, insanları, hayvanları, böcekleri, taşları, bitkileri ve bütün mahlûkatı kalbinde bulundurur ve düşünürse bu Kur’ânı Kerim’in, bütün bu sayılanların yedi kudretinde olduğu Allahü Teâlâ’nm kelâmı olduğunu bilir. Çünkü hepsini yok etse ona zarar vermez ve büyüklüğünden bir şey eksilmez. Kalbe Ait Edebler Yaratan, varlıkta tutan ve hepsine nzık veren O’dur. Böyle düşününce, kalbinde o azametten biraz hâsıl olur.
ÜÇÜNCÜ EDEB: Okurken kalbini hazır bulundurmalı, gafil olmamalıdır. Kalbindeki düşünceler, onu okuduğundan uzaklaştır mamalıdır. Gafletle okuduğunu okumamış bilmeli, yeniden okumalıdır. Bu, bir kimsenin bir bahçeyi seyre dalmasına ve oradan çıkıncaya kadar bahçedeki güzelliklerden gafil olmasına benzer. Çünkü, Kur’ânı Kerîm, Müslümanların bakacakları yerdir ve onda şaşılacak nice hikmetler vardır. Bunları düşünen kimse, başka bir şeyle uğraşamaz. O hâlde, Kur’ânı Kerim’in mânâsını bilmeyenin ondan nasibi az olur. Fakat düşüncelerini dağıtmaması için, büyüklüğünü kalbinde bulundurması lâzımdır.
DÖRDÜNCÜ EDEB: Anlayıncaya kadar her kelimenin mânâsını düşünmelidir. Bir okuyuşta anlayamazsa, bir daha okumalıdır. Eğer bir lezzet alıyorsa, bir kere daha okumalıdır. Bu, çok okumaktan daha iyidir. Ebû Zer (radıyallahü anh) diyor ki: Resûlüllah
(sallftllahü aleyhi ve sellem) bir gece sabaha kadar namazda şu âyeti kerimeyi tekrar tekrar okudu: «Eğer onlara azâb edersen, senin kullarındırlar. Eğer onları afveder bağışlarsan, Sen aziz ve hakimsin…», t1) deyip Besmele’yi yirmi defa tekrar etti. Said lbn1 Cübeyr (radıyallahü anh) bir geceyi şu âyeti kerime ile geçirdi: «Ey günahkârlar, bugün siz İbir tarafal ayrılın!» (2). Bir âyet okunur da, diğer âyetin mânâsı düşünülürse, o âyetin hakkı verilmemiş olur.
Amir bin Kays vesveselerinden şikâyet eyledi. «O dünya işinden olur», dediler. Dedi ki: «Namazda dünya işlerini düşünmekten kalbime bıçak batırmaları bana daha kolay gelir. Fakat kalbim, Allahü Teâlâ’nın huzuruna nasıl çıkacağımı ve o huzurdan nasıl ayrılacağımı düşünmeye dalıyor». Namazda okunan her kelimenin mânâsını düşünmekten başka bir şey düşünmemelidir, hükmü gereğince bunu vesvese kabul etti. Dinden olsa bile, başka bir düşünce olduğu için vesvese sayılırdı. Demek kİ, her âyeti kerimeyi okurken, onun mânâsından başka bir şey düşünmemelidir. Allahü Teâlâ’nm sıfatlarını bildiren âyetleri okuyunca, sıfatların sımnı düşünmeli. Kuddüs, Aziz, Cebbar, Hakîm ve buna benzer sıfatların mânâlarının ne olduğunu anlamaya uğraşmalıdır. Allahü Teâlâ’nın fiillerini, işlerini bildiren, «Yeri ve gökleri yarattı» i1), gibi âyeti kerimeleri okuyunca; yaratılmışlardaki akıllara durgunluk verici işlerden. Yaratanın büyüklüğünü anlar, O’nun ilminin ve kudretinin kemâlini bilir. Hattâ öyle olur ki, neye bakarsa Hakk’ı görür ve Hak’tan görür. Her şeyi O’nunla görür. «Muhakkak ki, inşam nut feden İmenidenl yarattık» (2), âyetini okuyunca, nutfedeki şaşılacak hâlleri düşünür. Bir damla sudan nasıl oluyor da et, deri, damar, kemik ve bunun gibi çeşitli şeyler meydana geliyor? Sonra ondan baş, el, ayak, göz, dil ve diğer azâlann nasıl yaratıldığını ve sonra da görmek, işitmek, hayat ve diğer mânâ cevherlerindeki acayip hâllerin nasıl yaratıldığını, nasıl meydana geldiğini düşünür.
Kur’ânı Kerim’in bütün mânâsını anlatmak zordur. Bu kadar anlatmamızdan maksat, Kur’ânı Kerim üzerinde nasıl düşünüleceğini bildirmek içindir. Kur’ânı Kerîm’in mânâsını üç kimse anlayamaz: Birincisi; önceden Kur’ânı Kerim’in zâhirî tefsirini okumayan ve Arabca dilini bilmeyen kimse. İkincisi; büyük bir günahı işlemeye devam edip, itikatta bid’ate düşüp, bid’at ve günah zulmeti sebebiyle kalbi kararan kimse. Üçüncüsü, kelâm ilminde inanılması icabeden bir şey okumuş olup, zahirine, görünüşüne saplanıp kalmış, buna uygun olmayan bir şey kalbine gelince ondan nefret eden kimsedir. O kimsenin bu zâhirî görünüş mânâsmdan kurtulması imkânsızdır.
BEŞİNCİ EDEB: Âyetlerin mânâları değiştiği gibi, kalbi de çeşitli şekillere girmelidir. Korku bildiren âyetlere gelince, bütün kalbi ile korkmalı ve inlemelidir. Rahmet âyetlerine gelince, kalbinde ve yüzünde rahat ve neşe görünmelidir. Allahü Teâlâ’nın sıfatlarını duyunca, hemen küçülmeli ve kalbi kırık olmalıdır. Kâfirlerin Allahü Teâlâ hakkında söyledikleri, ortağı ve oğlu vardır gibi, muhal olan şeyleri duyunca, sesini daha yumuşak yapıp hayâ ederek, utanarak okumalıdır. Bunun gibi her âyetin bir mânâsı vardır ve mânânın da icab ettirdiği şey vardır. O sıfata bürünüp o âyetin hakkını vermelidir.
ALTINCI EDEB: Kur’ânı Kerîm’i Allahü Teâlâ’dan dinliyor gii dinlemelidir. O ânda O’ndan dinlediğini farzetmelidir. Büyük erden biri buyurur: «Ben Kur’ânı Kerim okurdum, fakat ondan lezzet alamazdım. Okuduğum Kur’ân’ı Resûlüllah’tan dinlediğimi düşündüm. Bundan sonra lezzet almaya başladım, daha yükseldim. Cebrâil aleyhisselâmdan dinlediğimi düşündüm, daha çok lezzet buldum. Daha yükseğe çıktım ve daha büyük bir makama kavuştum. Şimdi vasıtasız Allahü Teâlâ’dan dinliyor gibi oluyorum. Şimdiye kadar duymadığım bir lezzet duyuyorum».