“Ey iman edenler, kendinizi ve ehlinizi (evlâdınızı, yakınlarınızı, çevrenizi) ateşten koruyun.” Hangi ateşten? İmansızlık ateşinden, fitne ve küfür ateşinden… Hayasızlık ve iffetsizlik ateşinden, isyan ve tuğyan ateşinden… Tembellik ve dünyevileşme ateşinden, zevk ve keyf ateşinden…
İmdat! Kurtarın! N’olursunuz, kurtarın!”
Böyle bir durum karşısında ne yaparız? Yerimizde oturur muyuz? Yolumuza devam eder miyiz? Kahvemizi yudumlayıp seyirci kalır mıyız?
Çünkü bu çığlıklar alevlerin arasından gelir, kaza geçirmiş bir arabanın içinden gelir, suyun içinde çırpman bir insandan gelir.
Ne yaparız? işimizi gücümüzü bırakır koşarız. O anda ne yapılması gerekiyorsa onu yaparız.
Bir de sizden başka kimsenin olmadığını, tek başınıza olduğunuzu düşünün, en olmadık çarelere başvurursunuz. Maksat, o sese cevap vermektir.
Hamiyet ve insaf ehli böyle yapar.
Bu çığlıklara kimse bigâne kalamaz. Ama nedense asıl büyük çığlıklar, imdat sesleri, SOS sinyalleri cevapsız kalıyor; kulağımızı patlatırcasına, beynimizi çatlatırcasına geldiği halde…
İmansızlık alevleri içinde cayır cayır yanan, ahlâksızlık denizinde çırpınıp duran, edepsizlik keşmekeşinde şeref ve haysiyetini ayaklar altına alan koca bir nesil, binlerce genç kavruluyor, savruluyor, bunalıyor, boğuluyor, sesleri ayyuka çıkıyor; imdat eli uzatacak hamiyet sahiplerini bekliyor.
Eğitim kurumlan, eğlence yerleri, yazlıklar, sahiller, caddeler, sokaklar, çarşı pazar; uzağa gitmeye gerek yok, evimizin içi, harîmi ismetimiz bu tehlikeyi soluk soluğa yaşıyor.
Bunun için himmet ehlinin, hizmet ehlinin, gayret ehlinin görevi gittikçe artıyor. Tam teçhizatlı, tam donanımlı, her zaman eli tetikte bir durum söz konusu.
Bu görev herkesin, kendini mü’min bilen her ferdin üstünde bir vecîbe, bir farz; muzaaf farz-ı ayn (kat be kat farz-ı ayn)…
Hayatim iman kurtarmaya adamış, mahkemede ne iş yaptığı sorulduğunda “İman kurtarmak” diyerek mesleğini açıklayan o bahtiyar ihtiyar, Üstad Bediüzzaman hicranını dile getirirken hepimizi göreve çağırıyor:
“Karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor, o yanımı söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.
“Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vicdanım yanarken gönlüm gül gülistan olur.”
Aslında bu vazife bir Peygamber mirası ve görevidir.
Şefkat ve merhamet timsali o yüce insan kendi durumunu ve bizim halimizi güzel bir benzetmeyle gözler önüne seriyor:
“Benim misalim ateş yakan bir adamın misali gibidir. Ateş, etrafındaki şeyleri aydınlatınca pervaneler ve şu ateşteki hayvanlar içine düşmeye başlarlar. Adam onlara engel olmaya çalışsa da, onlar kendisini aşarak ateşe atılırlar.
“İşte benimle sizin misaliniz budur. Ben ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum, ‘Ateşten beri gel! Ateşten beri gel!’ diyorum. Siz beni aşarak onun içine atılıyorsunuz.”
Efendimiz, hayati boyunca insanlardan, ümmetinden bu şefkati esirgemedi. Hep eteğimizden tuttu, cehennemden çekti; kendini sıkıntıya, eziyete, meşakkate sokarak, aç kalarak, yaralanarak ve yurdundan çıkarılma pahasına…
Kur’ân da aynı görevi yüklemiş hepimize: “Ey iman edenler, kendinizi ve ehlinizi (evlâdınızı, yakınlarınızı, çevrenizi) ateşten koruyun.”
Hangi ateşten?
İmansızlık ateşinden… Fitne ve küfür ateşinden… Hayasızlık ve iffetsizlik ateşinden, isyan ve tuğyan ateşinden… Tembellik ve dünye-vileşme ateşinden, sınırsız bir zevk ve keyf ateşinden… Oturduğumuz yerde tembelce cennet hayali kurma ateşinden…
Komşunun mutfağında başlayan yangına duyarsız kalmamak ne kadar önemli ise, öz evlâdımızın, kardeşimizin, arkadaşımızın, yakı-nımızın, sokağımızdaki, mahallemizdeki gençlik yangımna duyarsız kalmamak da ondan daha fazla öncelikli ve daha âcil bir vak’adır.
İş bir tane ve sürekli: Önce kendi imanımızı kurtarmak ve güçlendirmek, daha sonra başkalarının imanını kurtarmak ve güç vermek…
İşte o zaman cennetleşiriz. Çünkü iman cevheri gözle görülecek olsa ondan özel bir cennet çıkar. Ve iman insana dünyada da bir cennet hayatı yaşatır.