Bu Zamanda Hicret Olur Mu ?
Baskıcı iktidarlar ve çevre şartları sebebiyle, İslâmî bir hayat yaşayamayan her mükellef, dinini daha güzel yaşayabileceği bir yere hicret etmek mecburiyetindedir. Ayrıca Müslümanların; kâfirlerin ordularına katılmaya ve küfrün güçlenmesi için savaşmaya mecbur edildikleri durumlarda, mutlaka hicret etmeleri gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, Müslüman oldukları ve hicrete güçleri yettiği halde bu ibadeti terk edenler uyarılmışlardır.
“Öz nefislerinin zalimleri olarak canlarım alacağı kimselere melekler derler ki: “Ne işte idiniz? (Islâm için ne yapıyordunuz?)” Onlar: “Biz yeryüzünde (Islâm’ın emirlerini tatbikten) acizlerdik ” derler. Melekler de: “Peki! Allah’ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi? Siz de oradan (İslâmî bir hayat yaşayamadığınız yerden) hicret edeydiniz ya!’ derler, işte onların durağı (varacağı yer) cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaaf ve acz içerisinde bırakılıp da, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesnadır. Zira onlar (acz ve zaaf içerisinde olanlar) Allah’ın affedeceğini umabilirler?”
Mekke’de, Müslüman oldukları halde (hicret etmeye imkânları da varken) “imanlarını gizleyen ve İslâm’ın emirlerini edâ edemeyen” kimseler hakkında inen bu ayet, hicretin önemini bildirmektedir. Şimdi konuya değişik bir açıdan bakalım: “Hicret ibadetinin edâ edilebilmesi için kâmil mânâda bir dârû’l-İslâm’ın bulunması şarttır” diyerek kendilerini mazur görenler haklı mıdırlar? Bilindiği gibi sahabe-i kiram’ın ilk hicret ettiği ülke Habeşistan’dır. İmam-ı Serahsi “Mekke’yi” şu şekilde tarif etmektedir: “O dönemde Mekke; şirk ahkâmının tatbik edildiği bir dâru’ş şirk idi.” Malûm olduğu üzere; birinci ve ikinci Habeşistan hicretinin edâ edildiği dönemde, yeryüzünde dâru’l-Islâm vasfına haiz bir belde yoktur. Dolayısıyla “hicret ibadetini edâ edebilmek için, kâmil mânâda bir dâru’l İslâm’ın bulunması şarttır” iddiası tutarlı değildir.
Nitekim Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî’ye göre, hicret iki çeşittir.
Birincisi: İşkence ve korku diyarından, güven diyarına hicrettir. Tıpkı Habeşistan’a ve Rasûl-ü Ekrem (sav)’in hicretinden önce Mekke’den Medine’ye yapılan hicret gibi.
İkincisi: Küfür diyarından İslâm diyarına hicrettir. Bunun misali ise şudur: Peygamber efendimizin (sav) Medine’ye hicret ederek İslâm devletini kurduktan sonra yapılan hicret… Ancak Mekke fethedildikten sonra Rasûl-ü Ekrem (sav)’in: “Fetihten sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır,’ emri gereğince; Mekke-Medine arasındaki hicreti kaldırmıştır. Fıkıh âlimleri, hadiste geçen fetihten maksadın, Mekke’nin fethi olduğunda görüş birliğindedir. Abdullah İbn-i Ömer (r.a): “Yeryüzünde küfür diyarı var olup, kâfirlerle savaş sürdüğü müddetçe, hicret devam edecektir. Zira Rasûl-ü Ekrem (s.a.v.) “Düşmanla cihad devam ettiği müddetçe, hicret devam edecektir” buyurmuştur. Bu hadise göre; hicretin farz olduğu küfür diyarı, (Müslümanlarla) savaşın devam ettiği beldedir. Küfür diyarındaki Müslüman; baskı ve zulüm altında tutulur, dinini açığa vuramaz ve (küfrün orduları safında) savaşa götürülüf” diyerek, hicretin hangi hâlde farz olduğunu izah etmiştir.
Savaş söz konusu olmadığı ve İslam’ın hükümleri edâ edilebildiği müddetçe, hicret ibadeti farz olmaz. Mükellefin durumuna göre müstehap veya mübah olabilir.
Sonuç olarak: Kelime-i Şehadeti ikrar ve tasdik eden her mükellef, Allah û Teâla (c.c.)’nm kitabında ve Rasûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in sünnetinde yer alan her hükmün “Mutlak Hakikat” olduğunu tasdik etmiştir. Hakikate göre amel etmek ve bâtılı terk etmek farzdır. Zorba iktidarların hâkim, Müslümanların mahkûm durumunda olduğu beldelerde; İslâm cemaatinin kurulması şarttır. Müslüman ya İslâmî devletin, ya da
İslâmî cemaatin içerisinde ibadetlerini hakkı ile edâ edebilir. Bu iki halin dışında, üçüncü bir hâli gündeme getirmek mümkün değildir.