Allah’a İman

By | 8 Nisan 2015

allaha-imanGerek fert gerekse toplum planında, beşerin maruz kaldığı bütün ıstırapların, kalakların, dünyayı kasıp kavuran zulümlerin, istismarların, bitip tükenmeyen kavga ve savaşların, anlaşmazlıkların, boğuşma ve didişmelerin altında yatan en birinci ve en önemli sebep, Allah’ın gerektiği gibi tanınmaması, tanınıp sevilememesi ve o sevgideki manevî lezzetin elde edilememesidir. Elemsiz lezzet imandadır. Bu itibarla beşerin O’nu tanımaya, O’na iman etmeye ve bu imanın ne demek olduğunu yeniden keşfetmeye, duyup tecrübe etmeye her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır.

Bir insanın gerek kendi varlığını, gerekse yaşadığı âlemin mahiyet ve maksadını kavrayabilmesi ancak bu imanla mümkündür. Bu cümleden olarak, Allah’a imanın insan için ifade ettiği değeri, birkaç madde halinde özetlemeye çalışacağız:

Bu inanç, her şeyden önce insanın dürüst ve faziletli bir varlık olmasını sağlar. Şöyle ki, Allah’a iman eden birisi, başarı ve kurtuluşunun ancak O’nun kendisine bildirdiği iyilik ve güzellik öğretileriyle mümkün olacağına inandığı için, bunlara bir prensip olarak sarılır ve hayatını hep bu çizgide sürdürmeye çalışır. İnkârcılara gelince, onlar, kendilerinden başka yönelecekleri ve de mesul tutulacakları üstün hiçbir varlığın mevcudiyetine inanmadıkları için, iyilik ve kötülüğü sadece kendi nefisleri ve menfaatleri açısından değerlendirirler. Böylece, adalet-zulüm, helâl-haram farkı gözetmeksizin her çeşit arzu ve isteklerini, taşkınlıklarını yapmakta bir mahzur görmezler. Çünkü onların ilahı, arzu ve istekleridir.

Bu iman insanda, kendine güvenle birlikte, tevazu ve alçak gönüllülük hissini yerleştirerek onu -beşerin huzur ve birlikteliğini ihlal eden- gurur ve kibirden uzak tutar. Allah’a gereğiyle iman etmiş birisi, hiçbir zaman kibirli ve mağrur olamaz. Çünkü o bilir ki, kabiliyetleri dahil, sahip olduğu her şey Allah’a aittir, O verdiği her şeyi dilediği an geri almaya muktedirdir. İnkâr edenlere gelince, onlar, sahip göründükleri her şeyi doğrudan kendi güç ve kabiliyetlerinin eseri olarak bildiklerinden, teşekkür edecekleri hiçbir merci bulamazlar. Sadece kendilerini görür, kendilerini yüceltirler ki bu da, insanlığın bir arada yaşayabilmek için muhtaç olduğu sevgi ve saygı hissini dinamitleyen bir durumdur.
Bu iman sayesinde insan, hayatın her şeye rağmen neş’e ve güzelliklerle dolu olduğunu görür ve hayatın değerinden hiçbir şey kaybetmediğini anlar. İnanan bir insan, -ölümler, felâketler, hastalıklar ve acılar gibi- dünyanın sevimsiz ve dış yüzü ekşi görülen hâdiselerinin altında dahi, bir hikmet ve şefkat elinin işlediğini düşünerek, acı ve ızdıraplar içinde boğulmaz. Onlardan alması gereken dersler olduğunu hatırlayarak yoluna devam eder. Zira o, kâinatta hiçbir şeyin başıboş olmadığını düşünerek, başına gelen musibetleri sabırla göğüsler; yine o, Allah’ın, hiçbir kuluna altından kalkılamayacak bir yük yüklemediğini, ve arkasında manevî mükâfatı bulunan bir imtihana tâbi tutulduğunu düşünerek hâdiseleri sabırla, metanetle karşılar. Dünyası ne kadar sıkıntılı da olsa, o, önünde çiçeklerinin solmadığı, güneşlerinin batmadığı, semtine acı ve ızdırapların yaklaşamadığı bir hayatın olduğunu düşünerek her acıyı bir anda unutabilir. Oysa inançsız birisi, zaman olur, küçücük bir musibete bile dayanamayıp intihara teşebbüs edebilir.

Varlığa iman penceresinden bakan bir insan, kâinatı, yüce Yaratıcı’nın eserlerinin sergilendiği İlahî bir sergi, kendisini de, o harika ve her biri birer mucize olan sanat eserlerini incelemekle görevli bir memur olarak görür ve seyrettiği her şeyden manevî bir lezzet alır. İnançsızlığın penceresinden bakıldığında her biri birer yabancı ve düşman olarak görülen varlıklarla o, Sahib’lerinden ötürü bir irtibat kurar ve böylece onlara olan yabancılığını bir nevi dostluğa çevirme imkânı bulur. Bir başka ifadeyle, inanmış bir insan, Yaratan’dan ötürü her bir yaratılana sevgi ve dostlukla bakabildiği için, onlarla iç içe yaşadığı hayattan keyif alır.

İnançsız bir insan, kâinata bakıp, milyarlarca yıldızın baş döndürücü bir hızla dönüp dolaştıklarını gördüğünde telâş ve endişeye düşerken, iman etmiş birisi, onların rast gele, gelişigüzel ve kendiliğinden değil, ilmi ve kudreti sonsuz yüce bir Kumandanın kontrolüyle yürütüldüğünü bilir; onları sevgi ve coşkuyla seyreder; yine bu çerçevede inançsız bir kalp, dünyayı uzay denizinde yol almakta olan başıboş, kaptansız bir gemi gibi görüp dehşete, korkuya kapılırken, imanlı bir kalp, dünyayı, İlahî bir programla hareket eden, her türlü yiyeceği, içeceği ve giyeceği içinde bulunduran bir seyahat gemisi gibi görüp huzur içinde Rabbine hamdeder.

İnançsızın gözünde karanlıklı, korkunç bir mezarlığa benzeyen geçmiş zamanı, mümin kişi farklı görür; onun nazarında geçmiş zamanın sakinleri yok olmamış, sadece yer değiştirmiş, daha güzel, daha aydınlık bir âleme gitmişlerdir.

İman etmemiş birisi, inançsızlığının, önüne koyduğu tablolar karşısında büyük bir vahşet (yalnızlık), dehşet ve ümitsizlik içinde kıvranırken, inanan kişi, ölmüş gitmiş bütün dost ve yakınlarının daha parlak bir âlemde yaşadıklarını düşünerek rahatlar, derin bir sevinç ve gönül rahatlığı duyar.

İnançsız bir insan, bütün varlıkların ölümle yokluğa gittiklerine inandığından, kendisinin de aynı yolun yolcusu olduğunu düşününce, çıldıracak dereceye gelirken, inanan insan bunu sevimli bir yolculuk olarak görür. Zira onun nazarında ölüm, fani bir âlemden baki bir âleme bir seyahattir. Zahmetten kurtulup rahmete ermektir. Kulluk vazifesini bitirip ücret almaya gitmektir.

Hâsılı: Allah’a iman, ihtiyaçları sonsuz, fakat sermayesi o ölçüde az; düşmanları sayısız, fakat gücü son derece sınırlı; istekleri nihayetsiz, fakat eli o nispette kısa olan insan için, en büyük dayanak noktasıdır. İşte insan isimli böyle bir varlığın, bu ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, sayısız düşmanının hakkından gelebilmesi, korku ve endişelerinden kurtulabilmesi, ancak, sonsuz güç, kuvvet ve servet sahibi bir yüce varlığa (Allah’a) bağlanıp dayanmasıyla mümkün olabilir.