Peygamber Efendimiz, Sevgiden Yaratılmış, Şefkatle Donatılmıştı

By | 1 Ağustos 2019

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanların tamamı) O’nu teşbih eder. O’nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların teşbihini anlamazsınız.. ” (İsrâ, 17/44)
Varlık, Efendimizden ötürü vardır. O’nu (sav) var etmeyi istemişti de Rabbi, O’nun için var etmişti her şeyi. “Sen olmasaydın (Seni yaratmayı ezeli ilmimde takdir etmeseydim) ey Resûlüm, felekleri yaratmazdım!” şeref ve müjdesi O’na (sav) ait.
Efendimize göre varolan her şey, Allah’ın sanatıdır ve yarattığı o sanatlarla da, Allah, tabir yerindeyse akıl sahiplerine hünerini sergileyip göstermektedir. Her sanatkârın gaye ve hedefi sanatıyla beceri ve hünerini göstermek değil midir?
Allah, güzeldir, güzel yaratmıştır ve güzeli sever. Dolayısıyla Allah, yarattığı sanatları, eserleri olan varlıkları da sever. Çünkü tüm canlı cansız varlıklarında güzel isimlerinin mührü ve nişanı vardır. Gül’deki, bir devre adını veren Lale’deki güzellik O’nun güzelliğinin görüntüsü değil mi? Bu gözle evinizdeki, ya da komşunuzdaki, bahçelerdeki, kırlardaki Gül’e, Lâle’ye, Nergis’e, Gelinciğe bir kez daha bakın! Sevginizin kat kat arttığın göreceksiniz. Ya da evinizdeki, veya komşunuzdaki kedinin “mırmır” larına, bir de Peygamber Efendimizin verdiği bu dersle kulak verin, dikkatle dinleyin! “Ya Rahim! Ya Rahim!” dediğini duyacak mısınız?
Gül dedik, Lâle dedik, Gelincik dedik…Gül’ü, Peygamber Efendimizin sembolüdür diye sevdik. Hatta Mevlâna, O’na (sav), “Gül” der. Ve buyurur ki: “Eğer Gül’ün özelliklerinin açıklamalarını devamlı, hiç durmaksızın söylesem, yüzlerce kıyâmet geçer de o yine bitmez.”
Peki milletimizin Lâle’yi neden çok sevdiğini, hatta bir devre adını verdiklerini hiç düşünüp araştırdınız mı? Bilenlerin affına sığınarak o güzel çiçeğimizle ilgili de birkaç cümle aktarmak isterim. Çünkü Lâle’nin de hem güzelliği, hem de aldığı isimden dolayı, Sanatkârı ile yakın bağı var. Arapça yazmasını bilenleriniz eline alsın kalemini ve Lâle’yi Arap harfleriyle yazsın bakalım, ortaya ne çıkacak? Siz buldunuz; ama ben Kuran yazısını bilmeyenler için söyleyeyim. Lâle, sözcüğünde olan harfler sırasıyla “Lam, elif ve he” dir. Peki “Allah” isminde olan harfler? Yine sırasıyla “Elif, lam ve he” Bir şey daha söyleyeyim. Yine “Lâle” sözcüğünü Arap harfleriyle yazıp tersinden okuyun; bakın karşınıza ne çıkacak? “Hilâl”. Yani atalarımızın yüz yıllarca dünya üzerinde şerefle taşıdıkları bayraklarının ambleminin sembolü. On- dandır ki Lâle’ye, Selçuklulardan başlayarak asırlar boyu Türk-İslam Sanatı’nda önemli bir yer verilmiştir. Lâle, bu nedenle ebrû sanatında da her zaman sevilen bir çiçek olmuştur. Yine bu nedenle şâirlerimiz de, güzellerin yanaklarını güle benzetirken, yüzlerini de lâleye benzetmişlerdir. Söz Lâle’den açılmışken, bir de Gevherî’nin dörtlüğünü hatırlayalım:
“Gevheri güzeller gitti yabana Lâle gibi çıktı ol mâh meydana Bu cihâna benim gibi merdâne Ne geldi ne gelir ne gelse gerek. ”
Ya Lâle devrinin o meşhur Nedim’ini? Şirinden bir dörtlük de olsa hatırlayıp hatırlatmazsak gücenir sonra bize:
“Erişti nevbahâr eyyâmı, açıldı gül-ü gülşen
Çerâğan vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen
Çemenler döndü rûy-ı yâre reng-i lâle vü gülden
Çerâğan vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen.”
(Gelip erişti yeni baharın günleri, gül de açtı, gül bahçesi de/ Kandil donanmasının zamanıdır artık, lâle bahçelerinin gözü aydın olsun. / Çimenler, lâle ve gül’ün renginden sevgilinin yüzünün rengine (dönüştü) büründü. / Kandil Donanmasının vaktidir artık, lâle bahçelerinin gözü aydın olsun)
Bunları birer hoş anekdot bulduğum için anlattım.
Şimdi gene konumuza dönelim.
Peygamber Efendimizin (sav) bu anlamda hedef ve gayesi, varlıklara bakarken onlardaki güzelliği, taşıdığı manayı görmemizi engelleyen, düşünmememize mani olan perdeyi kaldırmaktı. Tüm ölçülerini Kuran’dan aldığı gibi, bu ölçüsü de Kuranin, O’na dersiydi. O (sav), Kuran’ındiliyle: “(insanlar) deve’nin nasıl yaratıldığına / Göğün, nasıl kurulup uçsuz bucaksız yükseltildiğine / Dağların, nasıl da yeri tutup, dengeleyen direkler halinde dikildiğine/ Yeryüzünün nasıl yayılıp hayata elverişli kılındığına bir bakmazlar mı?(Bakıp da ibret almazlar mı?)”26 diyordu.
Her gün ne yazık ki çoğu kere gereksiz yere bolca harcadığımız suya, ya da dünya bahçemizi sulayan yağmura; bir de O’nun verdiği ölçü ve insana kazandırmak istediği tefekkür penceresinden bakın! Eminim ki o zaman suya, damlasını israf etmeyecek kadar önem verecek, “yağmurun bir tek damlasına mümkün olsa da basmasam” diyecek kadar değer vereceksiniz.
Zaten O’nun da, gayesi, her şeyin Allah’ın sonsuz ilminde var olan gerçek değerini ortaya çıkarıp insanları düşünmeye davet etmek değil miydi? Yine O (sav) Kuran’ın diliyle ilân ediyordu: “Allah, gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden (sonbahar ve kışta kuruyup bir tür ölümü tattıktan) sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen toplum için bir ibret (alınması gereken ders) vardır.” (Nahl, 16/65)

Âşık Veysel’imizi hatırlayalım ve rahmetle analım burada. Bu âyeti tercüme etmiş sanki; “Gören göze ibret vardır her şeyde!”
Gece vakti evinizin penceresini açıp gökyüzünde nazlı nazlı seyreden ay’a hiç baktınız mı? Milyar seneden beri gecemizi aydınlatan dünyamızın bu güzel lambasını, kandilini bir de Efendimizin tefekkür penceresinden birkaç dakika da olsa seyrettiniz mi? Deneyin, eminim ki ay, aydınlığıyla beraber gönlünüze o birkaç dakika içinde tarifsiz bir huzur verecektir.
Yüce Peygamberimizin gayesi ve çabası buydu. Dikkatlerimizi sanatına çevirerek Sanatkârı olan Yüce Allah’ımızla irtibatımızı sağlayıp, güçlendirmekti. “Ey İnsanlar! Sizden istediğim tek kelime’dir; onu söyleyin ki kurtulasınız, saadete eresiniz. O kelime de “La ilâhe illal- lah’tır” diye çırpınışı bundandı. Zira biliyordu ki “La ilâhe illallah” diyen, kâinattaki tüm varlıkların Allah’ın mülkü ve sanatı olduğunu kabul etmiş olacaktı ve onlara bir başka gözle bakacak, sevgiyle yaklaşacaktı; onları birer kardeş görecekti. Kardeşlik olunca da aradan kavga, kin, incitme, eziyet, zarar verme ve husumet kalkacaktı. “Senin dışında olan tüm kardeşlerin O’nu (c.c.) anıp teşbih ederken, koyduğu kanuna milim şaşmadan uyarken, sen ey insan, vazifeni unutursan nankörlük etmiş olmaz mısın?” deyişi bundandı.
İşte Peygamber Efendimiz, bu açıdan bakarak tüm varlıkları seviyordu. Bu sevgisi de Allah adına ve hesabınay- dı. Allah madem sanatları, eserleri olan varlıkları seviyordu, O da (sav) sevmeliydi, seviyordu. Allah, yarattığı o güzel, narin, nazik ve hoş kokulu Gül’ünü seviyordu; O da seviyordu.
Allah, gökyüzünü, ayı, güneşi, yıldızları en çok beğenip sevdiği sanatı olan insan için yaratmıştı. O da (sav) onları bir arkadaş, bir dost gibi seviyordu. Devesini bir dostu gibi seviyordu. Çünkü O’na hizmet veriyordu. At’ı çok severdi. At’ı ve deveyi mübarek elleriyle şefkat ve sevgiyle okşardı. Kediyi severdi. Zira o, “mırmır”larıyla Allah’ı anıyordu. Özetle varlığı seviyordu. Hani Yunus Emre’nin hoş sözü var ya: ‘Yaratılanı hoş gör, Yaradan’dan ötürü”. O (sav), hem yaratılanı Yaratan’ından dolayı hoş görüyordu, hem de seviyordu. Yani O’nun sevgi felsefesi; ‘Yaratılanı severim Yaratandan ötürü” idi. Ve bu düşüncesini hayatına aktararak tüm insanlara haykırarak ilân etmişti.