Nezâket Nedir?

By | 20 Haziran 2015

nezaket-nedirKonuşma, yürüme, oturma gibi eylemlerde naziklik, zariflik, incelik, kibarlık, özen gösterme, terbiyeli ve edepli olma gibi anlamlara gelen nezâketin zıddı kabalık, sertlik, haşinliktir.

İnsanî ilişkilerin kaba ve keskin hatlarla şekillendiği, ruhun yalnızlığa mahkum edilerek maddenin, kelime dağarcığımızdan davranış kalıplarımıza kadar her şeye hakim olduğu, hükümlerin önyargı destekli siyah-beyaz mantığıyla verilip nüansların kaybolduğu günümüz dünyasında, nezâket ve kibarlığın ne kadar önem arz ettiği izahtan varestedir. Değer mefhumunun sahip olunan eşya ve marka ile paralellik arz ettiği, kelâmın cedel mantığı çerçevesinde kullanılıp argo ile yoğrulduğu, İnsanî ilişkilerin, güç, kuvvet, statü ve menfaat anlayışı içinde oldukça sığ cereyan ettiği bir toplum hayatı ne büyük bir kaostur!

İncelik ve nezâket, toplum fertleri arasındaki İnsanî ilişkileri geliştiren, insanları bir birine sevdirip kaynaştıran ve özlenen dengeli bir sevgi toplumunun oluşmasında temel basamak teşkil eden önemli bir iksirdir.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) nezâketi ile de insanlığın örnek modelidir. O’nun eşsiz nezâketi şöyle anlatılır: Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soru soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi. Birisi O’nunla tokalaşsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzatsa karşısındaki kişi elini çekmedikçe O elini çekmezdi. Arkadaşları arasında ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Kendisini ziyarete gelenlere ikramda bulunur, oturmaları için çok kere hırkasını sererdi. Bazen de altındaki minderi misafire verir, üzerine oturması için işaret eder, kendisi açık yere otururdu. Ashabına güzel unvanlar verirdi, onlara şeref kazandırmak için hoşlarına giden isimle hitap ederdi. Kimsenin sözünü kesmez, konuşmasını yarıda bırakmazdı. O ne bir hizmetçiyi ne de ev halkından birini dövmüştür. Hz. Enes’in ifadesiyle bir fiske bile vurmamıştır. Hatta sinirlendiği için elini sertçe bir şeye bile vurmamıştır.

Bu nezâket asırlar boyunca, başta tasavvuf ehli olmak üzere, Müslümanlar tarafından titizlikle takip edildi. Mevlevîlerden bir iki örnek verelim: Tasavvuf erbabının son halkasına yetişen Abdulbaki Gölpınarlı, çocukluk günlerindeki durumu şöyle anlatıyor: Edep ve nezâket, yemede, içmede, oturmada, kalkmada, yürümede, yatmada, konuşmada, ibadette… hasılı her şeyde vardır. Çocukluğumu hatırlarım, biraz hızlı yürüsem, ayağımı yere vurarak bassam, kızarak, paylayarak değil, inandırarak, anlatarak “Ne yapıyorsun Baki, o nasıl geziş?” derlerdi. “Her şeyin canı var yavrum, tahta incinmez mi? Bak yerlere döşenmiş, bizi üstünde gezdiriyor, bizim de ona hürmet etmemiz, onu incitmememiz gerekmez mi?”
Yemekte ağzımı fazla şapırdatamazdım, yüzüme bakmaları yeterliydi. Çünkü yemekte kimseden ses çıkmazdı. Bardağı yere korken ses çıkarmak ayıptı. Bardak ve konduğu yer incinmemeliydi. Hem de bardakla görüşmeden, yani bir kenarını öpmeden su içmek ya da içtikten sonra görüşmeden yere koymak ne kötü şeydi. O, derlerdi, bize hizmet ediyor bizim de ona izzet etmemiz lazım.

Her gece yatarken ve sabahleyin kalkarken yastığımı öper, üstüme yorganı çeker, yahut üstümden atarken onunla görüşürdüm. Uyuyan kimsenin uyandırılması gerekirse yastığına hafifçe vurularak hafif bir sesle “Agâh ol erenler.” denilirdi. Evimizde bağırarak konuşulmaz, biri söylerken sözü kesilmez, kalabalık olduğu zaman bile gruplar halinde görüşmeler olmazdı. Kulağa fısıldamak, kahkahayla gülmek gibi şeyler evimize giremezdi bizim. “Ben” diyemezdik, “fakir” derdik. Şayet ağızdan “ben” sözü kaçsa derhal ilave edilirdi: “Benliğime lânet!”
Gelen misafirin ayakkabıları kapıya doğru çevrilmez, içeri doğru çevrilirdi. Kapıya doğru çevirmek bir daha gelme demekti. Bir de içeriye çevrilen ayakkabıları giyen, evdekilere arka çevirmeden giymiş olur ve arkasını çevirmeden kapıdan çıkardı.

Yüze tokat vurulmaz, insana hiçbir suretle sövülmez, insanın her şeyi mukaddes sayılırdı. Tıraş esnasında dökülen saçlar bile toplanıp ayak değmez bir yere gömülürdü. Bütün bu ve benzeri edeplerde çıkış noktası, her şeyin canı oluşu, bizden ayrı olmayışı ve insanın mukaddes bir varlık bulunuşuydu.
Kapı çarpılarak gürültü ile örtülmez, yavaş örtülürdü. “Kapıyı kapat!” denmez, “Kapıyı ört!” veya “Kapıyı sırla!” denilirdi. Allah kimsenin kapısını kapatmasın! “Lambayı söndür!” denmez, “Lambayı dinlendir.” denilirdi.