Kadiri Tarikatının Yedi Esası:Tevekkul

By | 23 Mart 2015

kadiri-tarikatinin-yedi-esasitevekkul    Allâh (c.c.) şöyle buyurmuştur:

“’’Her kim Allâh’a tevekkül ederse (bel bağlayıp güvenirse) Allâh ona kâfi gelir. ”

“Gönülden inanıyorsanız bir tek Allâh ’a tevekkül ediniz. ”

Abdullah b. Mes’ûd’dan Allâh Rasûlü’nün (s.a.v.) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Hac mevsiminde nice ümmetler gördüm. Onların arasında ümmetime baktım ve onların dağlan tepeleri doldurduklannı gördüm. Sayılan ve duruş/an çok hoşuma gitti. Bana ‘Razı oldun mu şimdi?’ diye sorulunca ‘evet’ dedim. ‘Bunlann içinden yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz cennete girecekler’ denildi. ‘Onlar ne dağlama ile tedavi olurlar, ne herhangi bir şeyi uğursuz sayarlar, ne afsuna inanırlar. Onlar sadece ve sadece Rablerine bel bağlayıp güvenirler’ denildi. ”

Hz. Peygamber böyle deyince Ukkâşe b. Mihsân “Ev Allâh’ın Rasûlü! Allah’a dua et de beni onlardan kılsın” dedi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü (s.a.v.), “Allâhım! Ukkâşe’yi onlardan eyle” diye dua etti. Bir diğeri kalktı ve “Allâh’a dua et de beni de onlardan kılsın” deyince Hz. Peygamber (s.a.v.), “Ukkâşe seni geçti” buyurdu.

Tevekkül, kişinin bütün işlerini Allâh’a havale etmesidir, kendi tercihinden ve düşünüp taşınmasından arınması ve kendini takdir-i İlâhînin ellerine bırakmasıdır. Tevekkül eden kul kesin olarak bilir ki kısmette hiçbir değişiklik olmaz. Kısmetinde olan şey onu er ya da geç bulur; onun için takdir edilmeyen ise aslâ eline geçmez. Bu düşünce ile kalbi mutmain olur, Mevlasına güvenir ve O, ne verirse onu alır.
Tevekkülün üç derecesi vardır: Tevekkül etmek, teslim olmak ve tefviz-i umûr etmek.

Tevekkül eden kişi, Rabbinin vaadine güvenir; teslim olan O’nun bilgisiyle yetinir; tevfız-i umûr eden ise O’nun hükmüne razı olur.
Denilmiştir ki:
“Tevekkül etme başlangıç aşamasıdır; teslim olma, orta aşama; tevfız-i umûr etme ise son aşamadır.”
Bir başkası ise şöyle demiştir:
“Tevekkül, mü’minlerin vasfıdır; teslim olmak velilerin vasfıdır; tefviz-i umûr ise muhavvidlerin/hakîkî ehl-i tevhîd olanlann vasfıdır.”
Bir başkası şöyle demiştir:
“Tevekkül, avamın vasfıdır; teslim olmak havassın vasfıdır; tefviz-i umûr ise havassu’l-havassın vasfıdır.”
Bir başkası ise şöyle demiştir:
“Tevekkül peygamberlerin vasfıdır; teslim olmak Hz. İbrahim’in vasfıdır, tefviz-i umûr ise bizim Peygamberimizin vasfıdır.”

Gerçek anlamda tevekkül, Hz. İbrahim (a.s.) Cebrâil’e “Sana benim hiçbir ihtiyacım yok” dediği zaman gerçekleşmiştir. Çünkü nefsi tamamen yok olmuş ve onun üzerinde hiçbir etkisi kalmamıştır. Bundan dolayı Allâh’tan başka hiçbir şeyi görmemiştir.

Sehl b. Abdullah (rh.a.) ise şöyle demiştir:

“Tevekkülde ilk makam, kulun Allâh huzurunda, ölü yıkayanın önündeki cenaze gibi olmasıdır. Ölü yıkayan onu dilediği gibi evirip çevirir; ama onda en ufak bir hareket ve tepki yoktur. Dolayısıyla Allâh’a tevekkül eden kişi, hiçbir şey isteyip dilemez, hiçbir şeyi geri çevirmez ve hiçbir şeyi elinde tutmaz.”

Yine o şöyle demiştir:
“Tevekkül, her şeyi kendi haline bırakmaktır (istirsâl).”
Hamdûn (rh.a.) ise şöyle demiştir:
“Tevekkül, Allah’a sanlmaktır.”
İbrahim el-Havâs (rh.a.) şöyle demiştir:
“Hakikî tevekkül, Allâh dışında herkesten korku ve beklenti içinde olmaya son vermektir.”
Denilmiştir ki:
“Tevekkül, yalnızca içinde bulunduğu günü düşünerek yaşamak ve yarının kaygısını kafasına takmamaktır.”
Ebû Ali er-Rûzbârî şöyle demiştir:
“Tevekküle riayetin üç aşaması vardır:
Birincisi verildiğinde şükretmek; verilmediğinde sabretmektir.
İkincisi nimete nail olmak ve olmamanın kul katında birbirinden farksız olmasıdır.
Üçüncüsü ise verilmediği halde şükreden bir kul olmayı daha çok tercih eder; değil mi ki bu dummu onun için Allâh seçmiştir.”
İbrahim el-Havas’ın şöyle dediği nakledilmiştir:
“Mekke’ye gidiyordum. Tuhaf bir şahıs gördüm ve yanma varıp, “Sen in misin, cin misin?” dedim. Adam, “Cinim” dedim.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordum.
“Mekke’ye” dedi.
“Hiçbir azığın ve bineğin olmadan mı?” dedim.
“Evet, bizim aramızda da tevekkül ederek yolculuk edenler bulunur” dedi. “Peki, tevekkül nedir?” diye sordum.
“Allah’tan almaktır” dedi.”
Sehl b. Abdullah (rh.a.) şöyle demiştir:

“Tevekkül, bütün varlıklann nzıklannı vereni bilmektir. Bir kimsenin gözünde gökyüzü bakır, yeryüzü demir gibi değersiz olmadıkça; gökten yağmur yağmaz, yerden bitki bitmez olmadıkça ve Allâh’ın gökle yer arasında onun için kefil olduğu rızkını unutmayacağını bilir olmadıkça o sağlam bir tevekküle sahip olmaz.”

Denilmiştir ki:
“Tevekkül, rızkın sebebiyle Allah’a isyan etmemendir.”
Kimileri de şöyle demiştir;

“Kendin için Allâh’tan başka hiçbir destekçi, nzkın için O’ndan başka hiçbir saklayıcı ve amelin için O’ndan başka hiçbir şahit talep etmemen tevekkül olarak sana yeter.”

Cüneyd-i Bağdâdî (rh.a.) şöyle demiştir:
“Tevekkül bütün benliğinle Rabbine yönelmen ve onun dışındaki bütün varlıklardan yüz çevirmendir.”
Nûrî (rh.a.) şöyle demiştir:
“Kendi hakkındaki tedbirini Allâh’ın tedbirinde yok etmen; vekil, müdebbir ve destekçi olarak Allâh’tan razı olmandır. Allâh (c.c.) ‘Vekil olarak Allâh yeter™ buyurmuştur.”
Denilmiştir ki:
“Tevekkül, tıpkı İbrahim Halil’in Cebrâil’in yardımına dönüp bakmayarak Celîl olan Allâh ile yetinmesi gibi, zelil olan kulun celü olan Rabbi ile yetinmeyi bilmesidir.”
Denilmiştir ki:
“Tevekkül, gökleri ve yeri yaratana güvenerek her türlü harekete son verip durmaktır.”
Behlûl Dânâ’ya “Bir kul ne zaman tevekkül etmiş olur?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir:
“Nefsiyle insanlar arasında garip ve kalbiyle Hakk’a yakın olduğu zaman.”

Hâtem el-Esamm’a “Tevekkül konusunda işini ne üzerine bina ettin?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir:

“Dört haslet üzerine bina ettim: Bildim ki benim rızkımı benden başkası yemez. Bundan dolayı nzık kaygısında olmadım. Bildim ki benim işimi benden başkası yapmaz. Bundan dolayı hep kendi işimle meşgul oldum. Bildim ki ölüm ansızın gelir; bunun için hayırlar yapmakta acele ettim. Yine bildim ki ben her zaman ve her yerde Allah’ın gözü önündeyim. Bundan dolayı her daim ondan hayâ ettim.”

Ebû Mûsâ ed-Dübeylî’nin şöyle dediği nakledilmiştir:

Abdurrahman b. Yahya’ya tevekkülün ne demek olduğunu sordum. Bana, “Elini bileğine kadar dinazorun ağzına soksan Allah’la birlikteyken hiçbir şeyden korkmamalıdır” dedi.

Onun yanından aynldım ve tevekkülün ne demek olduğunu sormak üzere Bistam’a giderek Bâyezîd-i Bistâmfnin kapısını çaldım.
“İlâhi Ebû Mûsâ!” dedi, “Abdurrahman’ın verdiği cevaba kanaat etmedin de bunu sormak için ta bana mı geldin?” dedi.
“Efendim! Kapıyı açar mısınız?” dedim.

“Beni ziyaret etseydin sana kapıyı açardım. Sen cevabını kapıdan al. Arşa sanlmış olan bir yılan senin üzerine doğru gelse Allâh’la birlikteyken hiç bir şeyden korkmamanda” dedi.

Oradan aynlıp Dübeyl’e gittim ve bir yıl kaldım. Sonra yine Bâyezîd’i ziyaret etmek arzusuyla onun yanına gittim. O zaman bana, “İşte şimdi beni ziyaret etmek amacıyla geldin. Hoş geldin ziyaretçi!” diyerek beni içeri buyur etti.

Onun yanında bir yıl kaldım ve başıma her ne geldiyse kendisine sormadan önce bana öğrenmek istediğim şeyi haber verdi. Sonunda ona, “Bâyezîd!” dedim, “Çıkıyorum ve senden bir fayda istiyorum” dedim. Bana şu cevabı verdi:

“Bil ki yaratılanların vereceği fayda gerçek bir fayda değildir; bırak git” dedi. Ben de onun bu sözünü kendime bir fayda sayarak yanından ayrıldım.
Tâvûs’un (rh.a.) şöyle dediği nakledilmiştir:

Bedevinin biri devesiyle gelip onu çöktürdü ve bağladı. Sonra başını semaya kaldırarak “Allâh’ım, ben camiden çıkıncaya kadar devem ve üzerindeki yükü senin sorumluluğundadır” deyip çekti gitti. Camiden çıkınca devesinin ve üzerindeki her şeyin çalındığını gördü. Derhal ellerini semaya kaldırdı ve “Allahım, benden hiçbir şey çalınmadı. Her ne çalındıysa Sen’den çalındı” dedi.

Tâvûs diyor ki: Biz bedevinin yanında iken birisi Ebû Kubeys dağından inip geldi. Sol eliyle deveyi çekiyordu. Sağ eli ise kesik ve boynunda bağlı idi. Bedevinin yanına gelerek “Deveni ve bütün eşyanı al” dedi. Ona niye böyle yaptığını sordum. O da şöyle anlattı: “Ebû Kubeys dağının tepesinde karşıma siyah atlı bir süvari çıktı ve elimi uzatmamı istedi, ben de uzattım. Elimi bir taşın üzerine koyup kesti ve boynuma bağladı. Sonra da “Şimdi git ve bu deveyi yüküyle birlikte sahibine iade et” dedi.

Ömer İbnü’l-Hattâb’dan (r.a.) Allâh Rasûlü’nün (s.a.v.) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Siz şayet Allah’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, sizin rızkınızı da kuşların rızkını verdiği gibi verirdi. Onlar sabahleyin yuvalarından aç olarak ayrılırlar; akşam ise tok dönerler.”
Abdullah b. Abbâs’dan (r.a.) Allâh Rasûlü’nün (s.a.v.) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Herkim insanların en değerlisi olmak isterse Allâh’tan korksun. İnsanların en güçlüsü olmak isteyen Allah’a tevekkül etsin. İnsanların en zengini olmak isteyen ise Allah’ın elindekine kendi elindekinden daha çok güvensin. ”

Ömer İbnü’l-Hattâb şu beyti sıkça söylerdi:

Takma kafana, bütün işlerin gerçekleşmesi takdir-i İlâhî iledir Senden alıkonan sana gelmez; gelecek olan ise başkasına gitmez32
Yahya b. Mu’âz’a (rh.a.) “Bir kişi ne zaman tevekkül etmiş olur?” diye sorulunca şu cevabı vermiştir:

“Allâh’ın kendisine vekil olmasından hoşnut olduğunda.”
Bişr (rh.a.) şöyle demiştir:
“Bazı insanlar ‘Ben Allâh’a tevekkül ettim’ diyorlar, ama aslında yalan söylüyorlar; çünkü Allâh’a tevekkül etmiş olsalar, O’nıın kendileri üzerinde yaptığı her şeye razı olurlardı.”
Ebû Türâb en-Nahşebî (rh.a.) şöyle demiştir:
“Tevekkül, bedeni ubûdiyetin ellerine atmak, kalbi rubûbiyete bağlamak ve elde bulunan ile yetinip huzur bulmaktır; tevekkül sahibi, nimete mazhar olursa şükreder, yoksun kalırsa sabreder.”
Zünnûn-i Mısrî (rh.a.) şöyle demiştir:

“Tevekkül, kendini düşünmeyi bırakmak ve kendi gücünden ve kuvvetinden büsbütün sıynlmaktır.”
Yine Zünnûn-i Mısrî, kendisini tevekkülün ne demek olduğunu soran birisine şöyle cevap vermiştir:

“Tevekkül, bütün rablerden sıynlıp uzaklaşmak ve bütün sebeplerden bağını koparmaktır.”
Adamın biraz daha açıklama talep etmesi üzerine şöyle devam etmiştir: “Nefsi ubûdiyete teslim etmek ve mbûbiyeten çıkarmaktır.”
Aynca o şöyle demiştir:
“Tevekkül, her türlü tamah ve beklentiyi terk etmektir.”

Zahiren Sünnet doğrultusunda çalışıp kazanmakla meşgul olmak ise kalbin tevekkülüne mani değildir; yeter ki kul, kalben, her türlü takdirin Allâh tarafından geldiğinin farkında olsun. Çünkü tevekkülün yeri kalptir ve o, imanı pekiştirip güçlendirir. Şu halde çalışıp kazanmayı reddeden kişi Sünneti reddetmiş olur; tevekkülü reddeden ise imanı reddetmiş olur. Sebeplerden herhangi birinin elde edilmesi zor oluyorsa bu Allah’ın takdiriyledir; sebepler kolayca elde ediliyorsa bu da Allâh’ın takdiriyledir. Şu halde tevekkül eden kişinin organları, Allâh’ın emri gereği sebepleri elde etmek için hareket eder; kalbi ise Allâh’ın vaadine güvenip huzur bulur.

Enes b. Mâlik’ten (r.a.) şöyle nakledilmiştir:
Birisi devesi üzerinde geldi ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben devemi bırakıyorum ve tevekkül ediyorum” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Hayır öyle yapma; deveni bağla ve öyle tevekkül et. ”
Denilmiştir ki:
“Tevekkül eden kişi, annesinin memesinden başka başını sokacak bir yer bilmeyen bir bebeğe benzer. Tevekkül eden kişi, Rabbinden başka sığınak bilmez.”
Denilmiştir ki:
“Tevekkül, şekleri kalbinden söküp atmak ve işlerini hükümdarlar hükümdanna bırakmaktır.”
Denilmiştir ki:
“Tevekkül, Allâh’ın elinde olana güvenmek ve insanlann elinde bulunandan ümidini kesmektir.”
Yine denilmiştir ki:
“Rızkını lâyıkıyla talep edebilmek için kalbim her türlü düşünceden azade kılmaktır.”