İlim ve Din İlişkisi Nedir?

By | 6 Nisan 2015

ilim-ve-din-iliskisi-nedirİnsanlık dünden bugüne; varlık, insan, Yüce Yaratıcı ve bunların birbirleriyle olan münasebetleri hakkında hep düşünmüş, aralarındaki sırlı münasebetleri anlamaya çalışmıştır. Varlık (Kâinat) Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve iradesiyle yazdığı bir kitaptır. Bu kitap, Allah’ın belli bir plân, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabıdır. Bunun yanında, Allah’ın bir de Kelâm sıfatından gelen Kur’ân kitabı vardır. Kur’ân’ın temel konuları; tevhid (Allah’ın varlığı, birliği), nübüvvet (peygamberlik), haşir (öldükten sonra dirilme) ve ibadet (Allah’a kulluk)tir. Kur’ân bu temel perspektifi ile insanlara kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hadiselere ışık tutar. Kâinatı bir düzen ve ahenk içinde yaratan Allah Teâlâ, kurduğu bu düzeni Kur’ân’la beyan eder. İnsan da, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur’ân, kâinat ve insan, Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelli ettiği birer kitaptırlar. Bunlar birbirleriyle fevkalâde bir iç bağlantı halinde olup, birbirlerini açıklar ve yorumlarlar. Aralarında bir uyum ve ahenk vardır.

İlim, varlık ve insan kitabını inceleyerek tecrübe ve deneyler neticesi bazı hakikatleri tespit eder. Değişik inceleme ve tecrübeler neticesinde, ulaşılan bilgiler kesinlik kazanıyorsa buna ilim denir. Kesinlik kazanmayanlar ise bir teori ve nazariyeden ibarettir.
Gerçek ilimler, Allah’ın kâinattaki icraatından, kâinattaki İlâhî kanunlarla eşya ve hâdiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir. Hakikat böyle iken nasıl bunlar birbirini nakzeder ve nasıl birbirinden ayrı düşünülebilir?

Değişik sahalarda gelişen ilimler, İslâm ile mutabakat halindedir. Her teoriyi İslâm Dini’nin temel kaynaklan olan Kur’ân ve Sünnet’e uyarlamaya çalışmak isabetli değildir. Çünkü bu durumda, henüz ispatlanmamış bir görüş temel kabul edilerek âyet ve hadisler ona göre yorumlanmış olur. İşin doğrusu ilimlerin ulaştığı bilgiler, Kur’ân’a, Sünnet-i Sahîha’ya mutabakatları ölçüsünde ele alınması gerekir. Zira ispatlanmamış teorileri birer ilmi gerçek zannederek, semavî yolla bildirilen hakikatleri onlara uyarlamaya çalışmak isabetli değildir.
Din ile gerçek ilim bir hakikatin iki yüzü gibidir. Din, insanı doğru yollarda gezdirir ve mesud edecek neticelere ulaştırır. Gayesi ve hedefi belli olan ilim ise bir meş’ale gibi bu yollarda onun önünü aydınlatır.

Allah; insan, varlık ve Yaratıcı hakkında bilgilendirme vazifesini, söz söyleme salâhiyetini peygamberlere vermiştir. Fevkalâde ve özel donanımlı olan bu müstesna insanların, Kudreti Sonsuzda hususî münasebetleri vardır. Varlığın perde önü, perde arkası mana ve mahiyetiyle alâkalı en doğru açıklamaları ve yorumları onlar yapmışlardır.

Evet, bugün modern bilimlerin ortaya koyduğu nice gerçekler var ki, çok önceleri, icmâlî birer fezleke halinde de olsa, peygamberler, bunların hemen hepsini vahye açık o engin ledünniyâtlarına ve müstesna fetânet derinliklerine dayanarak küllî “bütüncül” bir nazarla, değişik şekillerde ortaya koymuşlardı. Günümüzün, modern laboratuarlar ve çok ileri teknolojilerle çalışan araştırma merkezleri, onların ortaya koydukları gerçeklerin neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, bugün hâlâ milyonlarca insan her şeyi onların mesaj ve yorumları çerçevesinde değerlendiriyor; hususiyle de insan-kâinat-Allah konusunda bilâkaydışart onları takip ediyor ve onların arkasından gidiyor.
İslâm Dini, temel kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet-i Sahîha ile ilimlere ufuk açmış, inananları açtığı bu ufuklarda koşmaya, çalışmaya teşvik etmiştir. İnsanlara her hususta rehber olarak özel bir donanımla gönderilen peygamberler, manevî yükselişte olduğu gibi maddî terakkide de rehberdirler. Medeniyet harikalarını Cenab-ı Allah ilk defa onların eliyle insanlığa hediye etmiştir. Hz. Nuh’un (aleyhissalatu vesselâm) bir mucizesi olan gemi, Hz. Yusuf’un (aleyhissalatu vesselâm) bir mucizesi olan saat gibi.

Kur’ân-ı Kerîm peygamberlerin mucizeleri ile ilimlerin ulaşabileceği son sınırları işaretlemiştir. Meselâ, Bakara suresinde geçtiği üzere, Hz. Musa (aleyhissalatu vesselâm) döneminde, ölmüş bir insan geçici olarak diriltilmiştir. Demek ki tıb ilmi, ölüme geçici hayat rengi verilebilecek bir noktaya kadar terakki edebilecektir.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de pek çok hadislerinde ilimlerin ulaşabileceği noktaları işaretlemiştir. Allah Resûlü, tekarüb-i zaman (bir sürat çağının) yaşanacağını bildirmiştir. Tasarı ve aksiyon arasındaki sürenin çok daralacağını, mesafelerin büzüleceğini, hızla hedefe ulaşılabileceğini bildirerek ilimlerde çok süratli bir gelişimin olacağını bildirmiştir. Özellikle iletişim ve telekomünikasyon sahasında baş döndürücü gelişmelerin olacağı asırlarca öncesinden haber verilmiştir.

Bir başka misal verelim. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir nardan bir grup insanın yiyip doyacağını haber vermiştir. Demek ki tarımda ıslahat yapılacak, yapılan bu ıslahat sayesinde yirmi kişinin ancak yiyebileceği narlar olacak, bir nar kabuğunun altında bir insan göl- gelenebilecektir. Görüldüğü gibi bu hadis-i şerifte, günümüzde yeni yeni üzerinde çalışılan gen teknolojisinin ne kadar gelişeceğine işaret edilmiştir. Verilen bu misallerin dışında Kur’ân’da ve birçok hadislerde bizim şu anda göremediğimiz; fakat ileride muhakkak görülecek değişik ilim dalları ve bunların ulaşabileceği sınırlar işaretlenmiştir, işaretlemenin yanında bu hedeflerin yakalanması için insanlık teşvik edilmiştir. Bunlar görülecek ve: “Sen Allah’ın Resûlüsün.” denilerek Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) olan bağlılık yenilenecek ve kuvvet kazanacaktır. Çünkü, asırlar O’nu doğrulamakta ve bütün dedikleri bir bir gün yüzüne çıkmaktadır.

İlim, madde âleminin, hayatın ve özellikle insanın nasıl var olduğunu inceler. Bu kâinatta cereyan eden İlâhî kanunları bulup çıkarır. Bu kanunlar sayesinde insanlığın teknik ve medeniyette daha fazla ilerlemesine imkân hazırlar. Din ise, kâinatın ve madde âleminin niçin yaratıldığını ve yaratıcısının kim olduğunu ortaya koyar. Özellikle insanın varlıklar içindeki müstesna mevkiini, yaratılış gayesini ve bu dünyadaki vazifesinin mahiyetini belirtir.

Şu halde “ilim” ile “din”, varlık âleminin sır ve muamma kutularını açan iki anahtardır. Biri, varlıkların yaratılış şeklini, maddî mahiyetini ortaya koyarken; diğeri de yaratılış sebebini ve gayesini açıklamaktadır. Bu bakımdan ortada birbirleri ile çatışan bir durum yoktur, bilakis birbirlerini tamamlama vardır.

Ayrıca din, kendi içindeki bilgi kaynaklarıyla yaratılışın başlangıcı, ölüm ötesi hayat gibi bilginin ufkunu aşan konularda açık üsluplu yanılt-mayan bir rehberdir.

İlim ilerledikçe dinî görüşlerin iflâs edeceğini sananlar, bu noktada yanılmışlardır. İlmin ileriye doğru attığı her adım, her yeni buluş, düşünen insanlığı dinî değerlere biraz daha yaklaştırmış ve Allah’ın büyüklüğünü biraz daha yakından göstermiştir. Şöyle ki: Kâinatta mevcut kusursuz bir nizamın dayandığı kanunların keşfinden ve bu kanunlardan istifade yollarının araştırılmasından ibaret olan ilimler, bu muhteşem nizamı kuran ve işleten Allah’ın varlığına en kuvvetli burhan ve şahidlerdir. O yüce Yaratanın varlığını, eşsiz kudretini inkâr etmek; ancak gözle görülen mevcut nizamı inkâr etmekle mümkün olur. Nizamın inkârı hâlinde ise, ortada ilim kalmaz. Diğer taraftan ilimler, Allah’ın yarattığı varlıklar âlemini incelediklerinden, yaratılıştaki hârikaları, ince hesap ve ölçüleri ortaya koymakta ve varlıklar üzerinde tecelli eden İlâhî isim ve sıfatlardan bilerek veya bilmeyerek bahsetmektedirler. Bu bakımdan, ilimler Allah’ın isimlerine birer ayna olup, her bir ilim Allah’ın bir ismine dayanmaktadır. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah etmektedir: “Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyâtın, her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat, bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir. Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve noktai müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adi ve Mukaddirine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati. Hakîmi Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rûy-i zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (celle celâlühü) ismi Hakiminin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet, hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiîye misilli dalâlete yol açar.
İşte sana üç misal. Sair kemâlât ve fünunu bu üç misale kıyas et.”