Dervişlerin Sema Adabı Nasıldır?

By | 23 Mart 2015

dervislerin-sema-adabi-nasildir     Sema âdâbından biri zoraki semâ’ yapmamak, kendi nzasıyla semâ’a başlamamaktır. Ancak denk gelirde gayr-i iradı olarak semâ’a başlarsa yapması gereken şey, edebini takınarak kalbiyle Rabbini zikretmek, kalbini gaflet ve unutma sebeplerinden korumakla meşgul olmaktır. Kulağına nağmeli bir ses geldiğinde onu okuyan kişiye bunun hak tarafından dunyanı amel etmeye teşvik, günahtan sakındırma, azarlama, daha çok ibadet etmeye çağırma gibi bir sebeple söyletildiğini düşünür ve işareti alır almaz derhal gereğini yapmak için semâ’a başlar. Kendisi semâ’ ederken kavvalın/goyendenin dilini kendi dili gibi algılıyorsa ve okuyucunun söyledikleri ile Hakk’a sanki kendisi doğrudan hitab ediyor gibi geliyorsa semâ’ ederken kalbinden geçirdiği duygular, kulluğun gereğine ve şeriatın âdâbına uygun demektir. Çünkü genel olarak ne tarikatta, ne de hakikat ilminde şeriatın âdâbına mugayir hiçbir şey bulunmadığını söyleyebiliriz.
Topluluk halinde semâ’ yapılıyorsa ve aralannda bir şeyh varsa derviş, şeyhe hürmeten elinden geldiğince hareketsiz kalır. Kendini tutamaz
da elinde olmaksızın dönmeye başlayacak olursa bu dönüşüne bir yere kadar göz yumulur. Bu durum geçip normal haline geri döndüğünde ise yine şeyhe hürmeten durmalıdır.

Derviş, ne okuyucudan, ne de goyendeden, Kur’ân okumak yerine İlâhî söylemesini talep etmemelidir. Ne var ki günümüz insanları bunu alışkanlık haline getirmişlerdir. Onların gaye ve tasarruflan doğru ve dürüst olsaydı Allâh’m kelâmı dışında bir kelamı dinlemeyi arzu dahi etmezler ve bundan haz almazlardı. Çünkü o, Sevgiliye ait bir kelâm ve sıfattır. O kelâm, Sevgiliden, sevenden, geçmiş ve gelecek dönem insanlarından, müridden ve onun muradından söz etmekte ve onu sevdiğini iddia ettiği halde gereğini yapmayaıılan kınamaktadır. Dürüst olmadıklan, iradeleri bozuk olduğu, ispatlanamaz iddialarda bulundukları, yalan söyledikleri ve sadece alışıldık olanı yerine getirdikleri; özetle söylersek haktan ve hakikatten cüda düştükleri için âşıkların kalplerini ve ruhlannı değil; tabiatlarını coşturan şiirler, beyitler ve İlâhîlerle yetinmişlerdir. Onlar, gerçek gayeden, dürüstlükten, irfan ve keşften, ender kimselerin malumu olan ilimlerden, sırlara vakıf olmaktan, Sevgiliye yakınlık, ünsiyet ve vuslattan; hâsılı hakikî semâ’dan; yani Allâh’ın, sevdiği kullarıyla konuşmasından ve onlara ilhâmda bulunmasından uzaktırlar.

Derviş, okuyucudan İlâhîyi yinelemesini talep etmemeli ve bunu Allâh’a (c.c.) bırakmalıdır. Şayet O (c.c.), semâ’ edenin samimiyetini görür ve İlâhînin tekrarında bir maslahat mülâhaza ederse birine İlâhinin tekrarlanmasını talep ettirecek ya da okuyucunun İlâhiyi tekrarlamasını ilhâm edecektir.

Derviş, semâ* sırasında başkasından yardım istememelidir; ama diğer dervişler harekete başlamak için ondan yardım isterlerse onlara yardım etmelidir. Bunun için birinden yardım istemek, o an içinde bulunulan vecd halinin yeterli düzeyde olmadığının göstergesidir.
Derviş birinin okuduğu ayet veya beyit sebebiyle dönmeye başladığında başkasının da ona katılmasına gerek yoktur ve ama semâ ederken ona selâm vermek gerekir. Birisi buna uymaz ve ona katılıp semâ’ etmeye başlarsa yapacağı en güzel şey ona selâm vermektir. Bir derviş, bir ayeti veya beyti duyarak semâ’ etmeye başladığında ona selâm verilmelidir.

Orada bulunup onu izlemekte olanlar, bir kusurunu ve eksiğini görürlerse bunu örtmelidirler. Özellikle uyarılması gereken bir şey görmüşlerse yumuşak bir üslupla uyarmalı ve bunu dilleriyle değil, kalpleriyle yapmalıdırlar. Onun nazik bir dille ve incitilmeden uyarılabilmesi için ise uyaranın sahip olduğu hâlin ileri düzeyde olmasına, kalbinin tamamen arınmış olmasına, ince bir bilgiye, kâmil ve övgüye değer bir âdâba ihtiyaç vardır.

Derviş, semâ1 sırasında hırkasını çıkanp atarsa ya onu okuyucuya vermeyi kastetmiştir -ki bu durumda o, okuyucuya aittir- ya da ortalık yere atmıştır. Bu durumda kendisine “hırkanı ortalık yere hangi amaçla attın” diye sorulur.

“Dervişlerin vereceği hüküm neyse o amaçla attım” derse karar yetkisi dervişlere ait olur ve onlar her ne karar verirse hüküm odur.

“Geçmişte hırkasını atmış olduğunu duyduğum bir şeyhe muvafakat ettiğim için böyle yaptım” derse vecd halinin yetersiz olduğu anlaşılır. Çünkü hırka atmak konusunda bir şeyhe ancak onunla aynı derecede vecd hali yaşayan kişi muvafakat edebilir. Tarikat erbabından ise iki kişinin aynı vecd halini yaşaması nadirâttandır. Dolayısıyla günümüzde semâ’ sırasında dervişler arasında yaygınlaşan “şeyhe muvafakat etmek için hırka atma” geleneğinin hiçbir aslı yoktur ve vecd hali yeterli düzeyde olmamasına rağmen dervişin böyle bir şey yapmasının gerisinde tamamen bu gelenek yatmaktadır. Yoksa bu, ilim, şeriat veya tarikat ve hakikatin gerektirdiği bir husus değildir.

“Hazır bulunan topluluğa muvafakat etmek kastıyla böyle yaptım” derse bu öncekinden de yetersiz bir açıklama olur. Çünkü bir fiilde ortaklık, ancak aynı vecd hal ir in yaşanması durumunda söz konusu olabilir. Bu ise semâ edenlerde pek sık rastlanan bir durum değildir ki aynı vecd haline sahip olabilsinler. Dolayısıyla bu konuda topluluğa müracaat edilir ve onlann hırkalannın hükmü ne ise onun hırkası da aynı hükümde olur.

“Hırkayı attığım sırada herhangi bir kastım ve özel bir düşüncem yoktu” derse ona “Şimdi hırka hakkında sen karar vereceksin. Her nasıl istiyorsan öyle karar ver” denir. Bu durumda hazır bulunanlar ve şayet oradaysa şeyhin bu konuda herhangi bir hükmü olamaz. Çünkü hırkanın sahibi hak sahibi değildir, herhangi bir kastı da yoktur. Üstelik bunun için tarikatta belirlenmiş herhangi bir kural da yoktur.

“Hırkayı, aldığım bir işaret gereği attım; ama belli bir kişiyi kastetmedim” derse bunun için tarikatta belirlenmiş bir kural olabilir. Çünkü sultanın hil’at verdiği kişiye gereken, üzerindeki giysiyi çıkarıp o hil’atı giyinmektir. Dervişin hükmü de böyle olup hırkasını çıkardıktan sonra Yaratıcının ona lüftettiği nur, yakınlık ve lütuf hil’atmı giyinmektir. Sonra hırka hakkında hüküm verme yetkisi şayet orada bulunuyorsa şeyhe aittir. Orada değilse hazır olan cemaat, dilerlerse onu okuyucuya ve dilerlerse kavvala verirler. Kimileri ise şöyle demişlerdir: “Bu konuda karar verecek olan kişi dervişin kendisidir; çünkü o kendi hırkası hakkında karar vermeye başkalarından daha lâyıktır. Dünya ehlinden orada bulunanlann hırkayı satın almak için birbiriyle yarışması ve sonra sahibine iade edilmesi ise tarikatta övülmeyen ve hoşnut olunmayan bir şeydir. Ancak satın alan kişi, mert biriyse, tarikat ehline güven duyuyorsa ve onların ahlâkıyla bezenmeyi arzuluyorsa bu olabilir. Fakat bu da derviş açısından bakıldığında bedelli bir akit ve gizlice yapılan bir dilencilik olup çok yerilen bir davranıştır. Çünkü derviş, hırkayı atarken görünüşte doğru bir vecd hali izhar etmiştir. Ne var ki hırkayı geri almakla kendini rezil etmiş ve yalancı durumuna düşürmüştür. Bu ise nahoş bir şeydir.

Hırkasını atan kişinin geri dönüp onu kabul etmesi uygun değildir. Ancak şeyhi almasını emrederse şeyhinin emrini yerine getirmek için onu insanlann huzurunda iken geri alır; fakat daha sonra başkasına verir.

Hırka bir grubun tam ortasına düşerse onu eşit olarak paylaşmalan gerekir. Şeyh yanlannda olup hırkanın belli kişilere ya da belli bir kişiye verilmesini uygun görürse onun görüşüne göre hareket edilir.

Hırkasını attıktan sonra kendisine geri verilmek istense tarikatındaki usûl, “kendisinden çıkan bir şeyi geri almamak” ise hırkayı dervişlere iade eder. Şeyhi varsa hırkasını geri almayıp tarikatının gereğini yapabilir ve cemaatin haline tabi olarak kendi halini bozmaz. Dervişlerden biriyse onun haline en çok yakışan, cemaate derhal muvafakat etmek ve kavmi rezil edip utandırmamak için hırkasını geri almaktır. Daha sonra hırkayı orada hazır bulunanlardan birine ya da bir başkasına verebilir. Ancak en güzeli, birincisidir.

Buraya kadar ehl-i tarikatın âdabını özet bir şekilde ve imkân ölçüsünde zikrettik. Dergâha girme, cemaate su ikrâm etme ve ehl-i tarikatın ihdas edip niteliklerini açıkladıkları ve adını koydukları diğer âdâb ise onlann arasına katılıp fiiliyattaki uygulamalarına bakılarak ve kendilerine sorularak öğrenilebilir. Aynca bu edeplerin pek çoğunu daha önce dinî âdâbı ele aldığımız bölümde açıkladık.
Şimdi ise mücâhede, tevekkül, güzel ahlâk, şükür, sabır, rıza ve sıdk kavramları üzerinde durarak kitabı tamamlayacağız. Çünkü bu yedi kavram, Kâdirî tarikatının esası ve mahzâ hayırdır.