Alçak Gönüllülük ve Tevâzu Nedir?

By | 18 Haziran 2015

alcak-gonulluluk-ve-tevazu-nedirTevâzu; yüzü yerde olma ve alçakgönüllülük manâlarına gelir ki, tekebbürün zıddıdır. Onu, insanın Hakk karşısında gerçek yerinin şuurunda olup, ona göre davranması ve halk arasındaki durumunu da bu anlayış zâviyesinden değerlendirip, kendini insanlardan bir insan veya varlığın herhangi bir parçası kabul etmesi şeklinde de yorumlayabiliriz. Kibir ise kişinin kendini başkalarından büyük sanmasıdır, bunun açığa vurulmasına da tekebbür denmiştir. Yani kibir bir büyüklük zannıdır; insanın kendisini, olmak isteyip de olamadığı şey sanmasıdır.

Bazıları tevâzuu, kendinde zâtî hiçbir kıymet görmeme; bazıları, insanları, insana yakışır saygıyla karşılayıp onlarla muamelesinde mahviyet içinde bulunma; bazıları İlâhî inayetle fevkalâde bir muameleye tâbi tutulmazsa, kendini halkın en hakiri görme; bazıları da benlik hesabına içinde beliren büyük-küçük her çeşit dahilî kıpırdanışa karşı hemen harekete geçip onu olduğu yerde boğma cehdi ve gayreti şeklinde tarif etmişlerdir ki, her birinin kendine göre hem bir mahmili, hem de tarzı telâkkisi vardır.

Hz. Ömer’i (r.a.) omzunda kırba, su taşırken gören bir sahabî sorar: “Bu ne hal ey Allah Rasulü’nün halifesi!” O: “Dış ülkelerden bir kısım elçiler gelmişti, içimde şöyle böyle bir şeyler hissettim, o hissi kırmak istedim.” der. Onun sırtında un taşıması, minberde kendini levmetmesi, levmedenlere ses çıkarmaması hep bu kabil hazm-ı nefisle alâkalı hususlardan olduğu gibi; valiliği döneminde Ebû Hureyre’nin, şuna-buna sırtında odun taşıması; Zeyd b. Sâbit’in, kadı olduğu bir dönemde İbn Abbas’ın elini öpmesi; buna mukâbil Tercümânü’l-Kurân’ın da onun atının üzengisini tutması; Hz. Haşan ın, ekmek kırıklarıyla oynayan çocuklarla oturup, onların yediğinden yemesi hep birer mahviyet ve tevâzu örneğidir.

Allah, Kur’ân-ı Kerim’de, Resûlullah da sünnetinde tevâzu etrafında o kadar tahşidat yaparlar ki, onları duyup-işitenin, gerçek kulluğun tevâzu ve mahviyet olduğunda şüphesi kalmaz. Kurân’ın: “Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde alçakgönüllü olmanın örneğidirler ve ağırbaşlı, yüzleri yerde hareket ederler. Cahiller kendilerine sataşınca da ‘selâm’ der geçerler” (Furkan 25/63) beyanı onlardan sımsıcak bir ses; “Onlar mü’minlere karşı şefkatli ve mahviyet içindedirler.” (Fetih, 48/29) beyanı da onların gönüllerinden kopup gelen ve davranışlarına akseden yumuşak bir nefestir. Hele: “Onlar, birbirlerine karşı şefkat ve merhamet timsalidirler., her zaman onları rükûda iki büklüm ve secdede kıvrım kıvrım bulursun!” (Fetih, 48/29) fermanı ise onlara tasavvurları aşan bir iltifatın unvanı olmuştur.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) de şöyle buyuruyor: “Allah bana, tevazu ve mahviyet içinde bulunmanızı., ve kimsenin kimseye karşı övünmemesini emretti.” “Size ateşin kendine ilişmeyeceği insanı haber vereyim mi? Ateş; Allah ve insanlara yakın, yumuşak huylu, herkesle geçimli ve rahat insanlara dokunmaz.” “Allah için yüzü yerde olanı, Allah yükseltir de yükseltir; aslında o kendini küçük görmektedir ama, halkın gözünde asıl büyük odur.” “Allah’ım, beni benim gözümde küçük göster!”

Zaten O, hayatını hep bu çizgide geçirmişti:
* Çocuklara uğrar, onlara selâm verir;
* Herhangi biri elinden tutup bir yere götürmek isteyince, tereddüt etmeden kalkıp gider;
* Ev işlerinde hanımlarına yardım eder;
* Herkes bir iş görürken, O da iştirak ederek, onlarla beraber olmaya çalışır;
* Ayakkabılarını tamir eder, elbisesini yamar, koyun sağar, hayvanlara yem verir;
* Sofraya hizmetçisiyle beraber oturur;
* Meclisini her zaman fakirlere açık tutar;
* Dul ve yetimleri görür-gözetir;
* Hastaları ziyaret eder, cenazelerde hazır bulunur ve kölelerin davetine icabet ederdi.

Gerçek tevazu; Hakk’ın büyüklük ve sonsuzluğu karşısında, sıfır-sonsuz nisbetlerine göre insanın kendi yerini belirleyip, bu düşünce, bu tespiti benliğine mal etmesidir. Bu anlayış tabiatına işlemiş ve bu işleyişle ikinci fıtrata ulaşmış olgun insanlar, halkla münasebetlerinde mütevazı, mahviyet içinde ve olabildiğince dengelidirler. Zira, Allah’a karşı yer ve konumunu belirlemiş olanlar, dinî hayatlarında da, halkla münasebetlerinde de, kendi iç dünyalarında ve gözlemlerinde de hep muvazene içindedirler.

Hâsılı, tevazu hulûkullah (Allah ahlâkı) sarayının cümle kapısı olduğu gibi, Hakk’a ve halka yakın olmanın da birinci vesilesidir. Gül toprakta biter., insan semâlarda değil, yerde yaratılmıştır. Mümin, secde unvanıyla başı ile ayakları aynı noktada birleşince Allah’a en yakın olur.
Hemen her toplum içinde zenginlik, makam, ilim, güzellik soy vb. şeyler büyüklük vesilesi olarak kabul edilen şeylerdendir. Tevazu ise bunlara rağmen insan hayatına hâkim olması gereken bir ahlâk-ı âliyedir. Yani yukarıda saydığımız şeylerle tevazu, birbirine rağmen işleyen, biri diğerine engel olan iki unsurdur. Fakat Müslümanlık açısından önemli olan, insanın iradesi ile bunu aşmasıdır. Tıpkı Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) gibi. O, terk etmek zorunda kaldığı Mekke’ye seneler sonra muzaffer bir komutan olarak girerken, tevazuundan mübarek başları, binitinin eğerinin kaşına değecek kadar aşağılardaydı. Hatta denilebilir ki O, 23 yıllık, insanı gurura, kibre, büyüklenmeye sevk edebilecek hâdiselerle dopdolu hayatında tevazu ve mahviyete ters bir davranışta bulunmadığı gibi, bunlar O’nun tevazu ve mahviyetinin artmasına sebep teşkil etmiştir.

Zaten önemli olan da bu değil midir? Eğer insan, yaşadığı seneleri Allah için dolu dolu yaşamamışsa, zengin olması ne ifade eder? Davul gibi bomboş, tın tın öten bir hayat ile O’nun huzuruna gitmek kime ne kazandırır? Unutmayalım, tevazu, mahviyet, hacalet mümine yakışan ve yaraşan; tekebbür, inhiraf, kendini âlemden üstün görme ise Karun gibi insanı baş aşağı getiren şeylerdir.

İnsanın, muttasıf olmadığı hâlde “azamet” ve “kibir” gibi vasıflara sahip çıkıp, diğer insanlara karşı üstünlük taslaması, onun ruh dünyası adına ciddî bir hastalık emaresidir; aklının noksanlığına ve ruhunun hamlığına delâlet eder. Akıllı ve ruhen olgunluğa ermiş bir insan, mazhar olduğu her şeyi Yüce Yaratıcı’dan bilir ve şükran hissiyle her zaman O’nun karşısında iki büklüm olur.

Mütevazı olma, Yaratıcı’nın takdirine, halkın tahkir ve tekdirine karşı insanın gönlüne hoşnutluk hissi kazandırır. Evet, baştan haddini bilip tevazu kanatlarını yerlere kadar indiren birisi, insanlardan gelecek her türlü hor görmelere karşı en emin bir zırh içine girmiş ve en sağlam emniyet tedbirini de almış demektir.

Alçak gönüllülük, ferdin olgun ve faziletli olmasının; kibirlenip büyüklük taslamak ise, onun seviyesiz ve nâkıs olmasının alâmetidir. En kâmil kimseler, insanlarla en fazla beraber bulunup, onlarla hem dem olanlardır. En nâkıs kimseler ise, insanlarla beraber bulunmayı, onlarla düşüp kalkmayı gururlarına yediremeyen bednâm talihsizlerdir. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bu noktaya şöyle işaret ediyor: “İnsanlar içine katılıp onların eza ve cefasına katlanan mümin, kenara çekilip sıkıntı çekmeyen mü’minden üstündür.” Yüce Allah, Son Peygamber’e (aleyhi ekmelüttehaya) şöyle ferman ediyor: “Mu minlerden sana tâbi olanlara tevazu kanadını indir. Buna rağmen sana isyan ederlerse ‘Ben sizin yapageldiklerinizden hakikaten uzağım.’ de.” (Şuara, 26/215- 216) “Sakın bazılarına verdiğimiz geçici dünya nimetlerine gözlerini dikip uzatma. Onların karşısında tasalanma. Mü’minler için şefkat kanatlarını indir.” (Hicr, 15/88) Denebilir ki bu ayet-i kerimelerde hizmet ahlâkının temel özellikleri toplanmıştır: Karşılık beklemeden hizmet etmek, dünya nimetlerine göz dikerek şaşırmamak, hizmet götürülenlerin nankörlüğü halinde kızıp çekilmemek ve mükâfatı yalnız Allah’tan beklemek…

Kibri ifade etmek için Kur’ân-ı Kerim fahr (övünmek), ferah ve marah (taşkınlık) tabirlerini kullanır: “Yeryüzünde kibir ve böbürlenerek (ma- rahan) yürüme. Çünkü yeri delemezsin, boyca da dağlara yetişemezsin.” (İsra, 17/37) “Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme. Çünkü Allah, kibir taslayan, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” (Lokman, 18-19)

Bir insanın insanlığa yükselmesi onun tevazuu ile; tevazuu da, makam, mansıp, servet ve ilim gibi halkın itibar ettiği şeylerin onu değiştirmemesiyle belli olur. Zikredilen hususlardan biriyle düşünce ve davranışlarında değişikliğe uğrayan kimsenin ne tevazuundan, ne de insanlığa yükselmesinden bahsedilebilir.

Alçak gönüllülük, hemen bütün güzel huyların anahtarı mesâbesindedir. Onu elde eden, diğer güzel huylara da sahip olabilir. Ona malik olamayan ise, çoğunlukla diğer huylardan da mahrum kalır. Âdem Nebi (aleyhissalatu vesselam), sürçüp düştüğü zaman, gökler ötesine ait yitirdiği her şeyi tevazuu ile yeniden elde ederken, aynı bâdirede yuvarlanıp giden Şeytan, kibir ve gururunun kurbanı oldu.
Kibir ve ululuk “Zât-ı Ulûhiyet”in sıfatları olduğundan, büyüklük taslayıp şımarıklık yapanlar, hemen her zaman O’nun “Kahhâr” eliyle kıskıvrak yakalanmış ve helâk edilmişlerdir. Haddini bilip mütevazı olanlar ise, yükselip O’nun huzuruna ermişlerdir.
Hasan-ı Basrî, aldanmaması için bir öğrencisini şu sözlerle ikaz eder: “Yavrum! Şu kâğıt parçasında yazılı olan nasihatleri al, senin için binlerce ilim kitabından daha değerlidir. Kâğıt parçasında şunlar yazılıydı:

* içinde bulunduğun ortamın, kötülüklerden uzak, salih ve iyiliklerle dolu bir ortam olmasına aldanma. Cennetten daha emniyetli ve kötülüklerden uzak bir yer düşünülebilir mi? Oysa babamız Âdem’in başına gelenler orada geldi.
* ibadetinin çokluğuna da aldanma. Şeytan gibi kendini ibadete adamış kim vardı ve başına neler geldi?
* Mütekebbir ilim sahipleriyle ne görüş, ne de sohbetlerine katıl. Bunlar sana hayır getirmez. Nitekim Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) sohbetlerine katılan mütekebbir ve münafık ilim adamları vardı. Hiçbirisi ne imana geldi ve ne de o sohbetlerden istifade etti.
* İlminin çokluğuyla övünüp-aldanma. Nice ilim sahipleri vardı ki övünçleriyle helak olup gittiler.