Ahirette Mutlak Adaletin Gerçekleştirilmesi

By | 14 Nisan 2015

ahirette-mutlak-adaletin-gerceklestirilmesiEski-yeni, medenî-gayr-i medenî, bilgili-bilgisiz herkeste, dünyada iken elde edilemeyen adaletin gerçekleşmesi konusunda bu âlemin öte
sinde bir başka hayatın varlığına dair ilhama benzeyen gizli bir şuur hâli mevcuttur.

İnsan fıtratından sökülüp atılması mümkün olmayan bu şiddetli duygunun mercii, nihaî tahlilde bütün asılların aslı olan Yüce Allah’tır. Öyleyse Cenab-ı Hak, insanların fıtratına yerleştirdiği bu duygunun icabı olarak, rabbani adaletin bir gün hükmünü tam icra edeceği ve bugünkünden daha mükemmel olan bir hayat sahası yaratacaktır.

Bu itibarla ‘Ceza ve mükâfat olarak vicdanî ıstırap ve vicdanî tatmin insan için yeterlidir, bu itibarla âhiret düşüncesine gerek yoktur.’ şeklinde gündeme getirilen bir yaklaşımın tutarsızlığı üzerinde durmamız gerekmektedir. Böyle bir yaklaşımın, ‘âhiret hayatına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırabileceğini’ ileri sürmenin makul hiçbir temeli yoktur. Sözgelimi, bir kimse suçsuz bir insanı öldürmüş ve bu öldüren de hemen bir kaza dola-yısıyla ölmüşse, bu kişi o suçtan ıstırap çekmek için ne zaman fırsat bulacaktır? Veya bu şahıs, hak ve adalet gibi bir değer uğrunda savaşıp can vermişse, bu kişinin kalbinde duyması gereken itminan mükâfatı ne zaman gerçekleşecektir?

Görülüyor ki, bu dünyada her suça tam tamına bir ceza ve her iyiliğe tam tamına bir mükâfat verilemiyor. Bu itibarladır ki, aklın insanı ulaştırdığı en son nokta, âhiretin vuku bulmasının gerekliliğidir.

Kur’ân-ı Kerim, âhiret meselesini ve onda görülecek olan hesabı, âdil karşılık çerçevesinde ele alır:
“Zerre miktar bir hayır işleyen de, şer işleyen de onun karşılığını görecektir.” (Zilzâl sûresi, 99/7,8)

“Kıyamet günü için Biz, âdil teraziler koyarız. Hiçbir kimseye zerre kadar bir haksızlık edilmez. Hardal tanesi ağırlığınca da olsa, yapılan iyi veya kötü işi oraya getirip tartarız. Hesap görücü olarak Biz (fazlasıyla) yeteriz.” (Enbiya sûresi, 21/47)

Âhiret hayatı, İlâhî adaletin mutlak anlamda tecellisi bakımından temel ve merkezî bir konuma sahiptir. Nitekim Kur’ân, hayatlarının sonlarına kadar farklı yolları takip etmiş insanların, ölümlerinden sonra -mükafat ve ceza olarak- aynı âkıbetle karşılaşmalarının mümkün olmayacağını ve bunun Allah’tan beklenemeyeceğini kesin bir ifadeyle vurgular:

“Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar, iman edip güzel ve makbul işler gerçekleştirenlere yaptığımız muameleyi, kendilerine de göstereceğimizi; hayatlarında ve ölümlerinde onları bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Ne kötü bir muhakeme!” (Casiye sûresi, 45/21)

“Biz şimdi Müslümanları, suçlu (kâfirler) gibi mi tutacağız? Ne oluyor size? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?” (Kalem sûresi, 68/35-6.)
Yüce Allah va’dettiği o günü mutlaka yaratacaktır. Zira, O’nun, yaratılış gayelerine uygun biçimde ömürlerini geçiren mü’minleri takdir etmemesi ve de hayata tuzak kuran, nizamı bozan inkârcı ve fasıkları tekdir etmemesi, adalet ve hikmetinden vazgeçmesi mânâsına gelecektir.
Hasılı, gerek mü’minler mükâfatlarını, gerek kâfirler cezalarını çoğunlukla bu dünyada almadıklarına göre, demek ki, netice, büyük bir mahkemeye bırakılmaktadır.