Tevbenin Sünnetleri

By | 23 Ocak 2015

tevbeTevbenin Sünnetleri

İslam alimler derler ki: Yapılan her günah için tevbe et­mek vaciptir. Şayet işlenilen günah kullar arasında olmayıp insanoğlu ile Rabbi arasında ise tevbenin kabul olması için üç şart gereklidir.

1-     Yapacağı veya içinde bulunduğu günahı hemen terketmek.

2-     İşlediği günahtan dolayı pişmanlık duymak.

3-     Bir daha günah işlememeye kesin karar vermek.

Şayet bu üç şartlardan biri yerine getirilmezse tevbesi kabul olmaz. Eğer yapılan günah insanoğluna karşı işlenilmişse tevbenin kabul olması için dört şart gereklidir. Bun­lardan ilk üç şart yukarıda zikrettiğimiz şartlardır, dördüncü şart ise; suç işlediği kişi veya kişilere karşı kendisini affetirmesi, yani birisinin malını zorla veya çalıntı yoluyla almışsa, aldığı malı sahibine geri vermesi veya aldığı mala karşılık sahibinden kendini affetirmesi gerekir. Buna benzer olarak başkasına iftira atma, hakkında konuşma, vurma v.b. hak­sızlık olayları örnek verilebilir. Kişinin tüm günahlarından tevbe etmesi gerekir. Şayet işlediği bazı günahlardan tevbe ederse tevbesi sahihtir, fakat diğer günahlarının tevbesi üze­rinde kalır. Kur’an’ı Kerim, Sünnet ve ümmetin icma’ından gelen delillerle günahlardan tevbe etmenin vacip olduğuna işaret etmektedir.

“Hepiniz topluca, (günahkarca davranışlardan dö­nüp) Allah’a tevbe ediniz (yönelin) ki, kurtuluşa (dünya ve ahiret mutluluğuna) eresiniz.” (Nûr 31)

“Rabbinizden (günahlarınız için) bağışlanma dile­yin ve sonra tevbe ve pişmanlık tavrı içinde O’na yönelin.”

(Hûd 3)

“Gerçekten Allah çokça tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.” (Bakara 222)

“Allah’ın kabul edeceği tevbe, kötülüğü ancak bilme­den yapanların, sonra da çarçabuk tövbe eden kimselerinkidir. İşte Allah’ın tövbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah hakkıyla bilendir, Hakim’dir.” (Nisa 17)

“Fakat kim zulm ettikten sonra tevbe eder ve kendi­sini düzeltirse şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder.” (Maide 39)

“Kötülükler işleyip ondan sonra tövbe ve iman eden­lere ise şüphe yok ki Rabbin bunun ardından Ğafur’dur, Rahîm’dir.” (Araf 153)

“Ey iman edenler! Tam bir pişmanlık, gönül huzuru ve gösterişten uzak bir şekilde Allah’a tevbe edin.” (Tahrim 8)

Ebu Hureyre’den -Allah ondan razı olsun- dedi ki: Rasu­lullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Güneş bat­tığı yerden doğmadan önce tevbe edenin, Allah’da tövbesini kabul eder.” Müslim 2076)

Ebu Hureyre’den -Allah ondan razı olsun- rivayete göre Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Şayet göğe ulaşıncaya kadar günah işleyecek olupta arkasından tövbe ederseniz, elbette (Allah) tövbenizi kabul buyurur.” (İbn Mace 1419)

İbn Mesud’dan -Allah ondan razı olsun- dedi ki, Rasulul­lah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Cennetin sekiz kapısı vardır. Yedisi kapalıdır, birisi de tövbe için açıktır. Gü­neş onun yakınından doğuncaya kadar (bu böyle kalacaktır).” (Taberani, el-Kebir 254)

Abdullah bin Amr’dan rivayete göre Peygamberimiz sal­lallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Kulun canı boğazına gelip dayanmadıkça, Allah onun tövbesini kabul eder.” (Tir- mizi 596)

Cabir’den -Allah ondan razı olsun- dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyururken dinledim. Ölü­mü temenni etmeyiniz, Çünkü o dehşet verici bir yere çıkıştır ve çok çetindir. Şüphesiz kulun ömrünün uzayıp Allah’ın ona kendisine yönelmeyi nasip etmesi, mutluluktandır. (Ahmed, Müsned 163: Hakim, Müstedrek 339)

Ali bin Mes’ade’den, 0 Katade’den, 0 Enes’ten -Allah on­lardan razı olsun- rivayete göre: Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

“Bütün Ademoğulları çok günah işler. Fakat günah işle­yenlerin en hayırlıları tövbe edenlerdir.” (Bezzar, Müsned Keşful-Esrar 4/79: Hakim, Müstedrek 4/244)

Ebu Umeyye bin Abdullah bin Mesud’dan, O babası Ab­dullah bin Mesud’dan -Allah ondan razı olsun- rivayet ettiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Günahtan tövbe eden bir kimse, hiç günahı olayan kim­se gibidir.” (İbn Mace 1420: Taberani, Kebir 185)

Ebû Hureyre -Allah ondan razı olsun- Rasûlullah sallal­lahu aleyhi vesellem’i şöyle buyururken işittiğini söylemiş­tir: “Allah’a yemin ederim ki; ben günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler ve tevbe ederim.” (Buhârî, Deavât 3)

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hizmetçisi olan Ebû Hamza Enes ibn Mâlik el-Ensâri -Allah ondan razı olsun- ‘den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve­sellem şöyle buyurdular: “Kulunun tevbe etmesinden dolayı Allah’ın duyduğu memnuniyet sizden birinin ıssız çölde kay­bettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden daha çoktur.” (Buhârî, Deavât 4; Müslim, Tevbe 1)

Müslim’in başka bir rivayeti de şöyledir: “Herhangi bi­rinizin tevbesinden dolayı Allah’ın duyduğu hoşnutluk ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceği ile birlikte deve­sini kaybetmiş ve tüm ümitlerini de yitirmiş halde bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken devesinin yanına dikiliverdiğini gören ve yularına yapışarak aşırı sevincinden dolayı (ne söylediğini bilmeyerek Allah’ım sen benim Rabbim ben de senin kulunum diyeceği yerde,) sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim diyen kimsenin sevincinden çok daha fazla­dır.” (Müslim, Tevbe 7)

Ebû Mûsâ Abdullah ibn Kays el-Eşarî -Allah ondan razı olsun-‘den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Allah gündüz günah işleyen kimsenin tevbesini kabul etmek için geceleyin rahmet elini açarak tevbeleri kabul eder, gece günah işleyen kimsenin tevbesini kabul etmek için gündüz rahmet elini açarak günahları bağışlar, güneş battığı yerden doğuncaya (yani kıyamete) kadar bu böylece devam eder gider” (Müslim, Tevbe 31)

Ka’b ibn Mâlik -Allah ondan razı olsun- gözlerini kay­bettiği zaman onu elinden tutup götürme işini yapan oğlu Abdullah tan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’le beraber Tebük gazvesine katılamadığının hikayesini anlatırken dinledim, şöyle dedi:

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in gittiği savaş­lardan Tebük savaşından hariç diğer savaşlardan geri kalma­mıştım. Lâkin Bedir savaşma katılamamıştım. Bedir savaşma katılamayanlar azarlanmamışlardı. 0 vakit

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’le Müslümanlar savaş için değil Kureyş ticaret kervanını takip için yola çık­mışlardı. Nihayet Allah Müslümanlarla Mekke’li müşrikleri aralarında verilmiş herhangi bir karar olmadığı halde karşı karşıya getiriverdi. Ben Akabe biatinin yapıldığı gece bizler Islâm’a yardım etmek için söz verirken Rasûlullah sallalla­hu aleyhi vesellem’in yanmaydım. Her ne kadar Bedir savaşı Akabe gecesinden daha meşhur ise de, ben Bedir savaşında ulunmayı Akabe’de bulunmaktan da üstün görmem. Tebük gazvesine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte

katılamayışım şöyle oldu:

Ben daha önceleri katılamadığım bu savaş sırasındaki kadar hali vakti yerinde değildim yani bu savaşta zengin ve varlıklıydım. Vallahi bu savaşa kadar iki deveyi bir arada hiç bulamamıştım. Bu savaş günlerinde ise iki binitim vardı. Sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu savaşa gelinceye kadar gideceği yeri söylemez, başka bir yere gider gibi görünürdü. Fakat bu savaş sıcak bir mevsimde ve uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem hedefini açıklamış­tı. Savaşın özelliğine göre hazırlanabilmeleri için Müslümanlara nereye gideceklerini söyledi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte savaşa katılanların sayısı çok fazla idi ve isimleri de bir deftere kaydedilmemişti. Ka’b sözüne şöyle devam etti:

Herhangi bir kimse savaşa gitmemek için gözden kay­bolsa, bu konuda vahiy nazil olmadıkça bu işin gizli kalaca­ğını zannedebilirdi.Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu savaşı meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin arandığı bir mev­simde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve Müslümanlar savaş için hazır­lığa başladılar, ben de savaşa hazırlanmak için çıkıyor fakat hiçbirşey yapmadan geri dönüyordum.

Kendi kendime de “Ne zaman olsa hazırlanırım” diyor­dum. Günler böyle geçti, herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’le birlikte Müslümanlar erkenden yola çıktılar, ben ise hazırlanmamıştım. Ertesi sabah yine hazırlık için evden çıktım fakat hiç bir iş yapmadan geri döndüm, hep aynı şekilde davranıyordum. İnsanlar savaş için yarışırcasına koşmaya başlayıncaya kadar ben aynı halde devam ettim. Nihayet yola çıkıp onlara erişeyim dedim, keşke öyle yapsaydım, bunu da başaramadım. Rasûlullah sal­lallahu aleyhi vesellem savaşa gittikten sonra insanların ara­sına çıktığımda beni en çok üzen şey savaşa gitmeyip geride kalanların; ya münafık diye bilinenler veya âciz oldukları için savaşa katılamayan kimseler olmasıydı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış, Tebük’te ashabın arasında otururken “Ka’b ibn Mâlik ne yap­tı?” diye sormuş, bunun üzerine Benî Selîme’den bir adam ya Rasûlallah elbiselerine ve endamına bakıp gururlanma­sı onu Medine’de alıkoydu demiş. Bunun üzerine Muaz ibn Cebel ona ne çirkin söz söyledin demiş. Sonra da Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e dönerek Ya Rasûlallah biz onun hakkında hep iyi şeyler biliyoruz demiş. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem de hiçbir şey söylememiş, o sırada çok uzak­larda beyazlar giymiş bir adamın gelmekte olduğunu görmüş ve bu gelen Ebû Hayseme olaydı demiş. Bir de ne görelim gelen adam Ensar’dan Ebû Hayseme değil mi? Ebû Hayseme savaş hazırlığında bir ölçek hurma verdiği için münafıklar ta­rafından ayıplanan kişidir. Ka’b sözüne şöyle devam etti:

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Tebük’ten Medi­ne’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü kap­ladı. Söyleyeceğim yalanı düşünmeye başladım. Kendi kendi­me yarın O’nun öfkesinden nasıl kurtulacağım? dedim.

Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerden akıl almaya başladım.

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in gelmek üzere ol­duğunu söyledikleri zaman kafamdaki yanlış düşünceler sili­nip gitti. Anladım ki, yalan söylemekle hiçbir şeyden kurtula­mayacağım, herşeyi doğru olarak söylemeye karar verdim.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem sabahleyin Medine’ye geldi, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem her se­ferden dönünce; önce mescide uğrayıp iki rekat namaz kılıp insanlarla sohbet etmek üzere onlara karşı dönerdi, yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna gelerek ne­den savaşa katılamadıklarını yemin ederek anlatmaya başla­dılar. Bunlar seksenden fazla kişi idiler. Hz. Peygamber sallal­lahu aleyhi vesellem onların ileri sürdüğü mazeretleri kabul etti, kendilerinden biat aldı, Allah’tan bağışlanmalarını istedi, içyüzlerini Allah’a havale etti.

Sonunda ben geldim selam verdiğimde dargın kimse gibi gülümsedi, sonra “Gel” dedi. Ben de yürüyerek yanma geldim ve önüne oturdum. Bana “Niçin savaştan geri kaldın? Binek hayvanı satın almamış miydin?” diye sordu. Ben de:

“Ya Rasûlallah Allah’a yemin ederim ki, senden başka birinin yanında bulunsaydım ileri süreceğim mazeretlerle onun öfkesinden kurtulabileceğimi zannederdim. Çünkü bu işi çok iyi becerebilirdim.

Fakat yeminle söyleyeyim ki bugün sana yalan söyle­yerek gönlünü kazansam bile, yarın Allah işin doğrusunu sana bildirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğrusu­nu söylersem bana kızacaksın ama ben doğruyu söyleyerek Allah’tan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özürüm yoktu, hiçbir zaman da savaştan geri kal­dığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olmamıştım.”

Ka’b sözüne devamla dedi ki: Bunun üzerine Peygam­berimiz sallallahu aleyhi vesellem: “İşte bu doğru söyledi: Haydi kalk, senin hakkında Allah hüküm verene kadar bekle” buyurdu. Ben kalkınca, Benî Selîme’den bir çok kimse peşime takılarak

Allah’a yemin ederiz ki, bundan önce hiç suç işlemediği­ni biliyoruz, yazıklar olsun sana, savaşa katılmayanların ileri sürdükleri gibi bir mazeret söyleyemedin, halbuki suçunun bağışlanması için Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in istiğfar etmesi yeterdi dediler. Durmadan beni azarladılar ki, tekrar Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanma dönüp kendimi yalanlamayı düşündüm. Sonra onlara sordum; be­nimle beraber bu cezaya uğrayan kimse var mıdır? dedim. Evet seninle beraber iki kimse daha aynı cezaya uğradılar, onlar da senin gibi konuştular ve senin aldığın cevabı aldılar.

-O iki kişi kimlerdir? dedim:

-Biri Mürâre ibn Rabi’ el Âmiri, diğeri de Hilâl ibn Ümeyye el Vâkifı diyerek Bedir savaşma katılmış olan iki örnek ol­muş salih kişinin adını verdiler. Bunları söylediklerinde geri dönmekten vazgeçip yoluma devam ettim.

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem savaşa katılma­yanlardan biz üçümüzün insanlarla konuşmalarını yasakladı.

Bunun üzerine insanlar bizden uzaklaştılar – veya bize karşı tavırlarını değiştirdiler – çekinip bize yan çizmeye başladılar. Hatta bana göre; içinde yaşadığım toprak bile yabancı gelme­ye başladı, sanki burası benim memleketim değildi. Elli gün böyle geçti, diğer iki arkadaşım boyunlarını büküp ağlayarak evlerinde sinip kaldılar. Ben onlardan daha genç ve dinç olduğum için dışarı çıkar cemaatle namazda bulunurdum, çar­şılarda dolaşırdım, fakat kimse benimle konuşmazdı. Namaz bittikten sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem yerinde otururken yanına gelir kendisine selam verirdim. Kendi ken­dime acaba selamımı alırken dudaklarını kımıldattı mı kımıl­datmadı mı? diye sorardım. Sonra O’na yakın bir yerde namaz kılar ve namaz içinde farkettirmeden kendisine bakar­dım. Ben namaza dalınca, bana doğru dönüp bakar, kendisine baktığım zamanda benden yüzünü çevirirdi. Müslümanların benimle ilgiyi kesmeleri uzun sürünce, Amcamın oğlu ve en çok sevdiğim kişi Ebû Katâde’nin bahçesine gidip duvardan içeri atladım ve selam verdim. Allah’a yemin ederim ki selamımı almadı, bunun üzerine ona:

–        Ey Ebû Katâde Allah için sana soruyorum, Allah’ı ve Rasulünü ne kadar sevdiğimi biliyor musun? dedim. Hiç cevap vermedi. Yeminle tekrar sordum yine cevap vermedi. Yine sözümü tekrarlayarak Allah için sana soruyorum? dedim.

–        Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedi. Bunun üzerine gö­züm yaşla dolup taştı, geri dönüp duvardan atladım.

Günün birinde Medine çarşısında dolaşıyordum, yiye­cek satmak üzere gelen Şam’lı bir çiftçi Ka’b ibn Mâlik’i bana kim gösterir? diyordu. Halk da işaretleriyle beni göstermeye başladılar, adam yanıma gelerek Gassân Melîk’inden getirdi­ği bir mektubu verdi. Ben okuma yazma bilenlerden olduğum için mektubu açıp okudum.

Selamdan sonra şöyle diyordu: “Efendinizin size karşı hoş olmayan muamelede bulunduğunu haber aldım, Allah sizi hukukun çiğnendiği ve kıymetin bilinmediği bir yerde bı­rakmasın, hemen yanımıza gel size ikram ederiz.”

Mektubu okuyunca bu da başka bir beladır dedim, he­men onu ateşe atıp yaktım. Nihayet elli günden kırkı geçmiş fakat vahiy gelmemişti. Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in gönderdiği bir şahıs çıkageldi ve:

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem sana hanımından ayrı oturmanı emrediyor, dedi. O’nu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım? diye sordum. Hayır ondan ayrı oturacak ona yaklaşmayacaksın, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi vesel­lem diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti.

Bunun üzerine eşime Allah bu meselede bir hüküm ve­rene kadar, anne babasının yanma gitmelerini ve orada otur­malarını emrettim.

Hilâl ibn Ümeyye’nin karısı Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e giderek:

Ya Rasûlallah, Hilâl ibn Ümeyye çok yaşlı bir adamdır, kendisine bakacak hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmem­de bir sakınca görür müsün? diye sormuş. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem de: “Hayır ama, sana asla yaklaş­masın” deyince kadın da şöyle demiş: Allah’a yemin olsun ki onun kımıldayacak hali yoktur, başına gelen bu işten dolayı da durmadan ağlıyor.

Ka’b sözüne şöyle devam etti: Yakınlarımdan biri bana Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den hanımın için izin istesen de sana hizmet etse olmaz mı? Baksana Hilâl ibn Ümeyye için karısının bakmasına izin verdi, dedi. Ben ona ha­yır bu konuda Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den izin isteyemem, üstelik ben genç bir adamım, izin istesem bile Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in bana ne diyeceğini bilemem, dedim. Bu durumda on gün daha kaldım. Bizimle konuşulması yasaklandığından bu yana tam elli gün geçmişti. Ellinci günün sabahında evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah’ın Kur’ân’da bizden bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o geniş olan yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken; Sel’ Dağı’nın tepesinden birinin yüksek bir sesle:

“Ka b ibn Mâlik müjde müjde” diye bağırdığını duydum. Kurtuluş gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye ka­pandım. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem sabah namazı­nı kıldırınca, Allah’ın tevbelerimizi kabul ettiğini ilan etmiş, bunun üzerine halk bize müjde vermeye koşoyurdu. İki ar­kadaşıma da müjdeciler gitmiş, bunlardan biri bana doğru at koşturmuş, Eşlem kabilesinden bir diğer müjdeci de koşup Sel’ Dağı’na tırmanıp oradan bağırmış, Onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış, sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki iki elbiseyi de çıkardım, müjdesine karşılık ona giydirdim. Yemin ederim ki o gün bunlardan baş­ka elbisem yoktu.

Emanet olarak iki elbise bulup hemen giydim, Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem’i görmek üzere yola düştüm. Beni gurup gurup karşılayan sahabiler tevbemin kabul edil­mesi sebebiyle tebrik ediyor ve Allah’ın seni bağışlaması kut­lu olsun diyorlardı.

Nihayet mescide girdim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve­sellem toplumun ortasında oturuyordu. Talha ibn Ubeydul lah hemen ayağa kalktı, koşarak yanıma geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden ondan başka kimse ayağa kalkmadı. Ravi der ki: Ka’b Talha’nın bu davranışını hiç unutmazdı. Ka’b sözünü şöyle sürdürdü: Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem’e selam verdiğimde yüzü sevinçten parlayarak şöyle dedi: “Annen seni doğurduğundan beri üze­rinden geçen günlerin en hayırlısıyla seni müjdelerim.” Ben de Ya Rasûlallah bu tebrik ve müjde senin tarafından mıdır yoksa Allah tarafından mıdır? diye sordum. “Benim tarafım­dan değil Yüce Allah tarafındandır.” diye buyurdu.

Sevinçli olduğunda Peygamber (sallallahu aleyhi vesel­lem) in yüzü parlar ay parçasına benzerdi, biz de sevincini böylece anlardık. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in önüne oturduğumda, Ya Rasûlallah tevbemin kabul edilmesi­ne teşekkür olsun için bütün malımı Allah ve Rasûlü uğrunda sadaka etmek istiyorum, dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem de:

“Malının bir kısmını dağıtmayıp yanında tutman senin için daha hayırlıdır.” dedi. Ben de Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyorum dedikten sonra sözümü şöyle tamamladım: Ya Rasûlallah Allah beni doğru söylediğimden dolayı kurtardı, tevbemin kabul edilmesi sebebiyle artık ya­şadığım sürece daima doğru söz söyleyeceğim. Vallahi bunu Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e söylediğim günden beri doğru sözlü olmaktan dolayı Allah’ın hiç kimseyi benden daha güzel mükafatlandırdığını bilmiyorum. Yemin ederim ki, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e o sözleri söyledi­ğim günden bu yana bilerek hiç yalan söylemedim.

Kalan ömrümde de Allah’ın beni yalan söylemekten ko­ruyacağını umarım. Ka’b sözüne devamla şöyle dedi: Allah şu ayetleri indirdi:

“Gerçek şu ki, mü’minlerden bir kısmının, kalpleri kaymak üzereyken Allah, peygamberi sıkıntılı bir zaman­da, O’na uyan muhacirleri ve ensarı affetti sonra da on­ların tevbelerini kabul etti. Çünkü o Allah, gerçekten mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe 117)

Ve savaştan geriye kalan üç kişinin de tevbesini ka­bul etti. Yeryüzü genişliğine rağmen, onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan, yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamış­lardı.

Bunun üzerine O da, yine merhametle o üç kişiye yö­neldi ki, pişmanlık duyup tevbe etsinler; çünkü kendisine yürekten yönelen, sığman herkesi, acıması esirgemesiyle kuşatıp tevbeleri kabul eden, yalnızca Allah’tır. Ey iman edenler! Yolunuzu Allah’ın kitabıyla bulmaya çalışın; ve doğrulardan olun ve hem de doğrularla beraber olun. (Tevbe 118-119)

Ka’b şöyle devam etti: Allah’a yemin ederim ki beni İslâm’la şereflendirdikten sonra Allah’ın bana verdiği en büyük nimet Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in huzu­runda doğruyu söylemek ve yalan söyleyip helak olanlar gibi olmamaktır. Çünkü Allah yalan söyleyenler hakkında vahiy gönderdiği zaman hiç kimseye söylemediği ağır sözleri söy­leyerek şöyle buyurdu:

“Savaştan o münafıkların yanına döndüğünüz za­man, kınama ve ayıplamadan vazgeçesiniz diye, Allah adına yemin edecekler. O halde bırakın peşlerini, çünkü tiksinti veren kimselerdir onlar. Kazandıkları işlerin ce­zası olarak da, varacakları yer cehennemdir. Sizi hoşnut etmek için yemin edeceklerdir ama siz onlardan hoşnut olsanız bile biliniz ki, Allah İlâhî sınırları aşıp, itaat dışın­da kalanlardan asla razı olmayacaktır.” (Tevbe 95-96)

Ka’b sözünü şöyle bitirdi: Biz üç arkadaşın bağışlanma­sı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in yeminlerini kabul edip kendilerinden biat aldığı ve Allah’tan affedilmelerini dilediği kimselerin bağışlanmasından elli gün geri bırakıl­mıştık. Nihayet Allah bu konuda yukarıda açıklandığı üzere hüküm verdi. Allah’ın bahsettiği bu geri kalma hadisesi bizim savaştan geri kalmamız değil, bizim işimizin o yemin edip de özürleri kabul edilenlerden geriye bırakılmamızdır.

Diğer bir rivayette Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Tebük savaşma perşembe günü çıkmıştı, sefere perşembe günü çıkmayı severdi. Başka bir rivayette; ancak gündüzün kuşluk vaktinde seferden evine dönerdi, evine döndüğünde ilk önce mescide girer iki rekat namaz kılar sonra otururdu, denilmektedir. (Müslim, Müsafirîn 74)