Sabır Nedir?

By | 20 Temmuz 2015

sabir-nedirAğrı, acı, tahammülü güç ve katlanması zor hâdise ve vak’alar karşısında dişini sıkıp dayanma manalarına gelen sabır; açık-kapalı “Sabırla yardım isteyiniz.” (Bakara, 2/45) “Sabredin ve sabırda yarışın.” (Al-i İmrân, 3/200) âyetlerinde ifade edildiği gibi sabrın aynını emir., yahut “Onlara karşı acelecilik etme” (Ahkaf, 46/35) “Onlara arkalarınızı dönüp kaçmayın.” (Enfâl, 8/15) beyanlarında olduğu gibi onun zıddını yasaklama; “Sabredenler, hayatlarını sadakat çizgisinde sürdürenler” (Al-i İmrân, 3/17) ifadelerinde geçtiği gibi bu vasıflarından dolayı senada bulunma; “Allah sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân, 3/146) fermanında görüldüğü gibi Allah sevgisine mazhariyetlerini anlatma; “Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153) iltifatında müşahede edildiği gibi sabrı yaşayanları maiyet-i İlâhiye ile payelendirme; “Şayet sabredecek olursanız bu sabredenler için işin en hayırlısıdır.” (Nahl, 16/12) irşadkâr beyanından anlaşıldığı gibi sabırla mahz-ı hayra erilmesini beyan; “Elbette o sabredenlere mükâfatlarını, yaptıkları işlerin en güzeline göre vereceğiz” (Nahl, 16/96) uhrevî mücazatı nazara veren tesellibahş fermanıyla sabirîn olanları müjdeleme; “Şayet sabr u sebat eder ve itaatsizlikten sakınırsanız, şunlar da şu dakikada üzerinize geliverirlerse…” (Al-i İmrân, 3/125) yardım vadeden beyanlarıyla sabredenlere İlâhî imdadı hatırlatma gibi, Allah tarafından, değişik yönleriyle sürekli nazara verilen çok önemli bir kalbı ameldir.. ve bir zaviyeden de, diyanetin yarısını şükrün teşkil etmesine karşılık diğer yarısının unvanıdır.

Bu mülâhazayı pekiştiren Hz. Ruh-i Seyyidi’l-Enam’dan şerefsüdur olmuş: “Mü’minin durumu şayan-ı takdirdir; niye olmasın ki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için müyesser değildir. O, neş’e ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.” sözü ne manidardır.
Sabır; sabredilen hususlar itibarıyla aşağıdaki bölümlere ayrılır!

* Allah’a kulluğun zorluklarına katlanma manasına, ibadet u taate karşı sabır.
* Günah yolunun nefse hoş gelmesine mukabil masiyet duygusuna karşı sabır.
* Hakk’ın kaza ve kaderine rıza göstermeyi de ihtiva eden semavî ve arzî belalara karşı sabır.
* Dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeden çizgiyi korumada sabır.
* Zaman ve vakit isteyen işlerde, zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır.

Bunlardan bazıları kulun iradesiyle alâkalı olsa da, bazılarında asla insanın dahli söz konusu değildir.
Bunlardan başka sabır, başa gelen şeyler karşısında edebini bozmamak; iyi-kötü hâdiseleri tefrik etmemek; kendine rağmen yaşamak; kahr u lütfü aynı ruh haletiyle karşılamak; Kitap ve sünnetle gelen mesajları cennet davetiyesi gibi kabul etmek; Sevgili uğrunda can-canan her şeyi feda edebilmek şeklinde ifade edilmiştir ki; hepsinin kendine göre bir mahmilinin bulunduğu söylenebilir.
Bu arada işarî tefsirciler de, sabrı, Kur’ân-ı Kerim’in bazı âyetleriyle irtibatlandırarak şu kabil yorumlarda bulunmuşlardır: (Âl-i İmran,
3/200) âyetinde ” ile insan nefsinin taate karşı sabır, ” kelimesiyle maruz kalınan şeyler karşısında dayanılması,  sözüyle de
Allah’a karşı aşk u iştiyakın devam ettirilmesi kastedilmiştir.

Erbab-ı Hakikatçe sabra bir diğer yaklaşım ise; iyi-kötü her şeyin Cenab-ı Hakk’tan bilinip, aklın zahirî nazarında iyi olanlara şükürle, nahoş görünen şeylere karşı da rıza ile mukabelede bulunma şeklindedir. Ancak insanın, altından kalkamayacağı musibetler, zor eda edeceği mükellefiyetler ve çoklarının yuvarlanıp içine düştüğü günahlara girme endişesiyle halini Allah’a arz etmesi, o çok ağır sorumlulukları için O’ndan yardım istemesi ve günahlardan korkup O’nun sıyanetine sığınması da kat’iyen şikâyet değildir. Şikâyet olması şöyle dursun, böyle bir tavır çok defa şahsın niyet ve düşüncesine göre tazarru, niyaz, tevekkül ve teslimiyet bile sayılabilir.
Hz. Eyyub’un: “Rabbim gerçekten bana zarar dokundu; Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ, 21/83) şeklindeki sızlanışı., ve Hz. Yakub’un: “Ben bu dağınıklık ve tasamı sadece Allah’a açıyorum.” (Yusuf, 12/86) mahiyetindeki iniltisi şefkat talebi buudlu böyle bir tazarru ve niyazdır. Zaten Cenâb-ı Hakk da Hz. Eyyub için: “Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, O ne güzel kuldur! Zira O hep evvab ve yüzü Allah kapısındadır.” (Sâd, 38/44) diyerek onun tevekkül ve teslimiyet derinlikli sözlerini sabır içinde aynı şükür kabul etmiyor mu?
Sabır; hem zirve insanların hali hem de zirveleşme yolunda olanların güç kaynağıdır. Zirvelere ulaşmış kimseler, o makamın gereği olarak, sabrın her çeşidini hem de en iyi şekilde temsil ederek mazhariyetlerinin bedelini ödemeye çalışırlar; haklarında zirvelere ulaşma takdiri yapılmış kimseler de çeke çeke, katlana katlana, başkalarının bin türlü ibadetle ulaştıkları şahikalara sabır dinamizmiyle ulaşırlar. Bir hadîste: “Cenab-ı Hakk, kuluna, ameliyle ulaşması zor bir makam takdir buyurmuşsa ibadet u taatıyla o zirveye ulaşması imkânsız görünen o kimseyi nefsi ve ailesi itibarıyla müptela kılar., sonra da o iptilaya karşılık ona sabır verir; derken, kulunu yükseltip o menzile erdirir.” buyrulur.
Bu açıdan denebilir ki; bela, mükellefiyetin ağırlığı ve masiyetin baskısı, potansiyel birer rahmet olduğu gibi, bunlar karşısında gerekli tavrı almak da bu rahmetin özü sayılabilir. Bu özün özü ve esası da, ne bu ağır yükten ne de ona katlanma keyfiyetinden kimsenin haberdar olmamasıdır.

Evet, insan yerinde ocaklar gibi yanmalı ama, gam izhar etmemelidir. Yerinde dağların altında kalıp ezilmeli ama, kimseye dert dökmemelidir. Bu ölçüler içindeki bir sabır mülâhazasını Hz. Mevlâna, Mesnevi’sinde şöyle özetler:
Bir buğdayın, insana gıda ve kuvvet, onun dizlerine derman, gözlerine nur ve yaşamasına esas olabilmesi için, onun toprağın bağrına gömülmesi, toprakla mücadele ede ede filizlenip gelişmesi, sonra biçilip harmanda dövülmesi, samandan ayrlıp değirmende öğütülmesi, teknelerde yoğrulup hamur haline getirilmesi, fırınlara atılıp ateşte pişirilmesi, sonra dişlerle bir kere daha parçalanıp mideye gönderilmesi şart ve zarurîdir.

Bunun gibi, insanın insanlığa yükselip bir işe yarar hale gelmesi için de, onun çeşitli imbiklerden geçirilerek defaatle elenmesi, elenip özünü bulması elzemdir. Yoksa, insânî kabiliyetlerle mücehhez olduğu halde hedefe ulaşamayıp yollarda kalabilir.
Efendimiz, kabristanlarda cahiliyeye ait bazı âdetlerin devam ettirildiğini görünce, müminleri kabristanlara gitmekten men etti. Fakat daha sonra bu yasağı kaldırdı ve “Ben, sizi kabir ziyaretlerinden men etmiştim. Bundan böyle kabirleri ziyaret edin!” buyurarak, kabir ziyaretini teşvik etmişlerdi. Çünkü insanları tûl-i emelden kurtaracak en müessir nasihat, kabirlerde saklıdır. Zaten o mürüvvet abidesi (sallallahu aleyhi ve sellem) de, sık sık kabir ziyaretinde bulunur ve her hafta hiç olmazsa bir kere Uhud şehitlerini ziyaret ederdi. Kabir ziyaretlerinden birinde, bir kadının evladının kabri başında, feryad u figan edip ağladığını, üstünü başını yırtıp, uygunsuz sözler sarf etmekte olduğunu gördü., gördü ve kadına yaklaşarak nasihat etmek istedi. Kadın Efendimiz’i tanımıyordu. “Git başımdan!” dedi, “Sen benim başıma gelenleri bilmiyorsun!” Efendimiz de hiçbir şey söylemeden kadının yanından ayrıldı. Orada bulunanlar, kadına O’nun Allah Resûlü olduğunu söyleyince, kadın daha müthiş bir sarsıntı ile sarsıldı. Çünkü bilmeden Allah Resûlü’ne karşı saygısızlık etmişti. Koşarak Efendimizin hanesine geldi. Kapıyı vurmadan içeriye girdi, Efendimizden özür diledi. Allah Resûlü de ona, cevabı hakîm olarak şunu söyledi: “Sabır, musibetin ilk şokunu yediğin zamandadır.” Allah Resûlü, şu dört kelimelik ifadesiyle, ciltlerle ancak anlatılabilecek bir meseleyi, mucizevî bir belagatle anlatmış oluyordu.