Osmanlı Padişahları Neden Hacca Gitmedi?

By | 10 Şubat 2015

osmanli-padisahlari-neden-hacca-gitmediÖnce şu hususu hatırlayalım: Osmanlı padişahları da bizler gibi birer insandılar. Birçok üstün hizmetlerinin yanında, bir kısmı şahıslarını, bir kısmı da umumu ilgilendiren birtakım hata ve kusurları olmuştur. Fakat hizmetleri bütün bir İslâm âleminl, Müslümanları ilgilendirdiğinden o kadar büyüktür ki, hata olarak görülen bazı halleri bunun yanında çok mühim bir yer işgal etmez.

Böyle bir genel bakış açısından sonra meseleye gelelim: Hac ibadetini, namaz, oruç gibi diğer bazı ibadetlerden ayıran birtakım şartları vardır. Mâlî İmkân, yol emniyeti, hürriyet, sıhhî durum gibi hususlar bunlardan önemli olanlarıdır. Bunlarla birlikte, diğer bir şart da, üzerine hac farz olan kimse, bu vazifeyi rahatlıkla yapabilecek yeterli bir vakte sahip olmalıdır. Ömer Nasuhi merhum bu şartı şöyle ifade eder:

“Hac vazifesini meşakkatsiz bir surette gidip îfa edebilmeye kâfi bir vakit bulunmalıdır. Binâenaleyh, bir kimse hac farizası için şâir şartları tamamen hâiz olduğu tarihten itibaren bu vazifeyi îfaya müsait bir vakit bulamadan vefat etse, bu farîza ile mükellef olmuş olmaz.”

Çoğu hayatları fetih hareketlerinde ve cihat meydanlarında geçen Osmanlı sultanlarının bu dinî vazifelerini yapacak yeterli zamanı ve vakti bulmaları pek mümkün değildi. Bir kere İkinci Selim’e kadar gelen on bir padişahın hemen hemen hepsinin hayatı cihat meydanında geçmişti.

O devirlerin nakil vasıtaları ve ulaşım imkânları da hesaba katılırsa mesele biraz daha aydınlanmış olacaktır. Çünkü o zamanlar İstanbul’dan kalkıp Hicaz’a ulaşmak için en azından üç dört aylık bir zamana ihtiyaç vardı. Bununla beraber bir padişahın tek başına veya birkaç kişiyle yolculuğa çıkması da mümkün değildi. Sefere çıkılacağı veya bir tarafa “azimet” edileceği zaman üç beş ay öncesinden hazırlıklar yapılırdı.

Bir padişahın o zaman zarfında aylar sürecek bir sefere çıkarken ordusunun mutlak surette beraberinde bulunması gerekirdi. Ordunun sadece savaş maksadıyla yola çıkabileceği de unutulmamalıdır.

Diğer taraftan, sadece padişahın şahsî bir hac farizasını eda etmesi maksadıyla koca bir Osmanlı ordusunu beraberinde götürmesi, maddi-mânevî birçok mahzurları doğururdu. Hac mevsiminin kış aylarına geldiği ve senelerce devam ettiği de düşünülürse, bunun ne kadar imkânsız olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Meselenin diğer bir ciheti de, mânevî hayattan yapılan şahsî bir fedakârlık olarak düşünülebilir. Şöyle ki:
Hac ibadetinin her ne kadar umumi ve geniş pek çok hikmet ve faydaları varsa da, Müslümanın bizzat fert olarak kendisine farzdır. Bunun için fert birtakım makul maslahatları düşünerek manevî sorumluluğun getireceği yükleri kabul ederse, hac gibi bir ibadette yaptığı bir eksiklik sadece şahsına ait bir kusur olarak kalır.

İşte padişahlar kendi şahsî rahat ve huzurlarından çok, koca bir İslâm âleminin, bütün Müslümanların emniyet ve selâmetini ön plâna alıyorlardı. Kendi maddi-mânevî hayatlarını Müslümanların rahatı uğruna feda ediyorlardı.

Burada şüphesiz, şahsî mükellefiyetleri bakımından birtakım eksiklikleri olacaktı. Bunun sorumluluğunu da zaten peşinen kabullenmiş oluyorlardı.

Buna bağlı olarak meselenin siyasî ve idarî cihetine baktığımız zaman farklı bir manzara ortaya çıkmaktadır. Osmanlı idaresi merkezî bir yapıya sahipti. Millet padişahı hep başında görmek isterdi. Çünkü padişahın başında bulunmadığı seferlerin ekserisi hezimetle neticelenmişti.

Osmanlı idaresinde her ne kadar vezir, vüzera, divan ve daha bir kısım İdarî makamlar bulunsa da, her şey padişaha bağlı, son söz padişaha aitti. Yavuz Sultan Sellm’den sonra halifelik de deruhte edilince, padişah sadece Osmanlı tebaasının değil, yeryüzünde bulunan bütün Müslümanların manevî reisi durumundaydı.

Halkta padişaha bağlılık o kadar mühim bir yer işgal ediyorki, henüz çocuk denecek yaşta bulunsa dahi, tahtta bir padişahın bulunmasına alışmıştı.

I. Ahmed, II. Osman ve IV. Murad çocuk yaşta tahta oturmuş padişahlardı. Buna rağmen halk onları padişah olarak tanımış, bağlılık göstermişlerdir.

Padişahın uzun bir müddet -savaşların dışında- başta bulunmayışı dahilî karışıklık ve huzursuzluklara sebep olurdu. Hatta Genç Osman iyi bir niyet taşıyarak hacca gitmek için İstanbul’dan yola çıktığı halde, daha İstanbul-Maltepe’ye varmadan çeşitli dedikodular çıkarılarak huzursuzluklar baş göstermiş, sonunda padişah bu teşebbüsünden vazgeçmiştir.

Bu ve bunlara benzer haklı gerekçe ve engelleyici sebepler olmasaydı, Resulullah’ın (a.s.m.) müjdesine mazhar olan bir Fatih Sultan Mehmed’in, oğlu Veli Bayezid’in ve İslâm birliği için hayatını cihat meydanlarında geçiren Yavuz Sultan Selim’in hac farizasını ihmal etmesine bir mânâ veremeyecektik.

Ayrıca Yavuz devrinde Osmanlı sınırları içine giren Mekke ve Medine, Cumhuriyet devrine kadar devamlı gözbebeği gibi korunmuş, imar faaliyetleri sürdürülmüştür. Sadece Sultan Abdülhamid bu mukaddes topraklara verdiği ehemmiyetten dolayıdır ki, Bağdat’tan Medine’ye kadar demiryolu ağını kurmuştur.

Bu kadar Kâbe ve Resulullah âşıkı olan ve kuvvetli bir dinî tahsil ve terbiye görmüş bulunan Osmanlı padişahları, fırsat ve imkân bulsalardı, hacca gitmezler miydi?