Mutasavvıf Ve Sûfî Kimlere Denir?

By | 18 Mart 2015

mutasavvif-ve-sufi-kimlere-denir       Mutasavvıf, sûfî olmak için gayret gösteren ve bu çaba sonucunda sûfıliğe erişebilen kişidir. Gömlek (kamîs) giyinen kişiye tekammesa; zırh (dir) giyinen kişiye tederra’a denildiği gibi, kendini zorlayarak bu yolun yolcularının giyindiği giysiyi (sûf/yün) giyinmeye başlayan kişiye de mutasavvıf denir. Yine zahidce tavırlar sergilemeye başlayan kişiye mütezehhid denirken, zühd konusunda varabileceği son noktaya vararak dünyaya ait olan hiçbir şeye ilgi duymaz olup hepsinden fâni olunca (büsbütün vazgeçince) ve her ikisi de birbirini tamamen bırakınca ona zahid denilmektedir. Bundan sonra dünyalık pek çok şey ona gelir; ama artık o, onlan ne sever, ne de buğz eder; sadece Allâh’ın emrine boyun eğer ve Allâh’m fiilini bekler. Kişi, bu niteliği kazanınca ona mutasavvıf denilebileceği gibi sûfî de denilebilir. Bu kelime, esasen saflıkan duruluk anlamındaki musâfat kökünden sâvfî idi ve “Allâh’ın arındırdığı kul” anlamına geliyordu. Bundan dolayı şöyle denilmiştir:

“Sûfî, nefsin kötü özelliklerinden arman, kınanan özelliklerden kurtulan, övgüye değer olan yola sülük edip hakikatlere sanlan ve gönlünü halktan hiç kimseye bağlamayan kişidir.”

Denilmiştir ki:

“Tasavvuf, Hakk’a karşı özü sözü bir olmak ve halka karşı güzel ahlâklı olmaktır.”

Mutasavvıf ile sûfî arasındaki fark ise şudur: Sülûkun başlannda olana mutasavvıf, yolun sonuna varmış olana ise sûfı denir. Mutasavvıf, vuslat yoluna yeni başlamıştır; sûfı ise yolun tamamını aşmış ve menzil-i maksuda ulaşmıştır.

Mutasavvıfın sırtına yük yüklenir; sûfı ise sırtta taşınır. Mutasavvıf, ağır hafif her ne varsa yüklenir ve neticede nefsi eriyip yok olur, şehevî arzuları tamamen kaybolur, irade ve temenni adına hiçbir şey kalmaz. Böylece iyice saflaşır/arınır ve o zaman sûfı adını alır. İşte o zaman el üstünde tutulur, kadr u kıymeti bilinir. Nefsi eğitilmiştir; artık o, ilimlerin ve hikmetlerin menbaıdır, güven ve nur evidir, velîlerin ve abdâl kullann sığmağı, sevinç kaynağı ve istirahat mekânıdır. Çünkü o gerdanlığın ucundaki altın, taçtaki inci ve nazargâh-ı İlâhîdir.

Mutasavvıf olan mürid nefsiyle, şehevî arzularıyla, şeytanıyla mücadele eder. Altı yönden ve dünyevî olan her şeyden ayrılmak ve dünya için çalışmayı ve onun isteği doğrultusunda hareket etmeyi, ondan gelen talepleri kabul etmeyi terk ederek sadece Rabbine kulluk eder ve kalbini nefsin isteklerine meyletmekten ve onlarla meşgul olmaktan arındırır. Böylece şeytanına baş kaldırır ve dünyayı terk eder; akranlarından ve Rabbinin hükmü gereğince, yarattığı bütün varlıklardan ayrılarak âhiretini talep eder. Sonra Allâh’m emriyle nefsine ve şehevî arzularına karşı mücadele ederek âhiretini ve Mevlâ’sına vasıl olmayı dilediği için Allâh’m velîlerine hazırlamış olduğu bütün nimetleri de terk eder.Böylece bütün varlıklardan uzaklaşarak her şeyden annır ve tüm benliği ile Rabbine ait olur. Bu sûretle her türlü ilişki, sebep ve aile bağları ile irtibatı kopar ve bütün yönler kapanarak yüzüne yönler içinde tek yön ve kapılar içinde tek kapı olan “Rabbinin kazasına rıza” kapısı ve yönü açılır; olmuş olacak her şeyi bilen, gizli-açık her şeyden, organlann hareketlerinden ve kalplerin gizlediklerinden haberdar olan Allâh’m fiili onun üzerinde uygulamaya konur. Sonra bu kapının tam karşısında herkesi hesaba çekecek olan Hükümdar’a kurbet/yakınlık kapısı açılır ve o, bu kapıdan ünsiyet meclislerine yükseltilerek tevhîd kürsüsüne oturtulur. Sonra perdeler kaldırılır ve ferdâniyet/teklik yurduna girer. Sonra celâl ve azamet ona keşf olur; celâl ve azamete bakınca kendinden geçerek nefsinden, sıfatlanndan; güç, kuvvet, hareket, irade, temenni, dünya ve âhiretinden fani olur/vazgeçer. Böylece saf su dolu olan ve bütün silüetlerin açık seçik belli olduğu kristal bir kap gibi olur. Artık onun üzerinde kaderden başka hiçbir şeyin hükmü geçmez ve onu emirden başka hiçbir şey var etmez. Çünkü o, hem kendi varlığından, hem de hazlarından geçmiştir. Sadece Mevlâsı ve O’nun emri için vardır. Yalnızlık dahi istemez; çünkü yalnızlık var olanlara aittir. Artık o, yedirilmeden yemeyen ve giydirilmeden giyinmeyen bir çocuk gibidir. Kendini tamamen Rabbinin ellerine bırakmıştır. “Onlarıgâh sağa, gâh sola çeviriyorduk” . O, bedeniyle insanlar arasındadır; ama fiilleri, amelleri, sırları ve kalbinden geçirdiği duygular bakımından onlardan ayrıdır. İşte o zaman ona sûfı denir. Çünkü o, insanlarla ve diğer varlıklarla bulanmaktan uzaklaşmış ve durulup arınmıştır. Dilersen ona abdâl, ayn ya da nefsini ve Rabbini tanıyan (arif-i billah) da diyebilirsin ki onun Rabbi ölüleri dirilten, velî kullarını nefslerin, doğaların, hevaheveslerin ve dalâletlerin karanlıklarından zikir, marifet, ilimler, sırlar ve yakınlık nuruna, sonra da kendi zatının aydınlığına çıkarandır.

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru şuna benzer: Duvarda bir oyuk, içinde bir kandil, kandil de billur bir fanus içinde… “b “Allah mü’minlerin yâr ve yardımcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. ”

Görüldüğü gibi Allâh onları karanlıklardan kurtarmayı üzerine almış ve onları gönüllerde saklanan gizli duygulardan haberdar etmiştir. Çünkü Allâh, onları kalplerin casusları ve sırlann emanetçileri kılmıştır. Gizli ve açık her yerde onları düşmanlardan korumuştur. Artık ne onlan yoldan çıkaracak bir şeytan, ne de sapkınlığa sürükleyecek şehevî arzu vardır. Allâh (c.c.) şöyle buyurmuştur:

“Benim kullarım üzerinde senin hiçbir gücün yoktur.

Ne kötülüğü emreden bir nefs; ne de helâke sürükleyen, sözünden dışan çıkılmayan, kişiyi ehl-i sünnet ve cemaatin dışına çıkaran baskın bir heva ve heves vardır. Allâh (c.c.) şöyle buyurur:
“Ne var ki bu iş çok çirkin olduğu için biz Yûsuf’u koruduk. Çünkü o bizim ihlâslı ve hayırlı bir kulumuzdu.

Rabbim onları konımuş ve nefslerinin meylettiği her şeyden onları alıkoymuştur. Onları mertebelerinde sabit kılmış, hal ve gidişatlarında doğruluktan şaşmamak ve fakr u zarûrete düştüklerinde sabretmek konusunda muvaffak kıldıktan sonra, onları şartını yerine getirmek konusunda da muvaffak kılmıştır. Bundan dolayı onlar farzları yerine getirmişler, Allâh’ın sınırlarını koruyup emirlerine harfiyen riayet etmişler ve mertebelerinin gereği neyse onu yapmışlar ve bundan dolayı düzeltilip eğitilmişler, arınmışlar, âdabı öğrenmişler, temizlenmişler, genişletilmişler, desteklenmişler ve korunmuşlardır. Böylece onların velâyeti tamamlanmıştır.
“Allâh, iman edenlerin velîsidir. ” “O, salih kulların yâr ve yardımcısıdır. ”

Sonra onlar bulundukları mertebeden mülkün sahibinin huzuruna taşınmışlar, Rablerinin huzurunda sahip oldukları makama göre dizilerek kalpleri ve sırlarıyla onunla münacât etmişlerdir. Böylece O’nun dışındaki hiçbir şeyle meşgul olmaya vakit bulamamışlar, nefslerinden ve diğer bütün varlıklardan alıkonmuşlardır. O, bütün varlıkların Rabbi ve Mevlâsıdır. Onları avucunun içine almış, onları akıllarıyla bağlamış ve onları emanetçileri kılmıştır. Onlar onun avucunda, koruma ve himayesi altındadır. Yakınlığın kokusunu alırlar, tevhîd ve rahmetin genişliğinde yaşarlar. Kendilerine izin verilen ameller haricinde hiçbir şeyle meşgul olmazlar. Kalplerinin değil de bedenlerinin amel edeceği vakit gelince koruyucularıyla birlikte o amellere koyulurlar. Böylece şeytanları, nefsleri ve heva-hevesleri onlara hiçbir zarar veremez ve amelleri şeytanlann ve nefslerin “riya, nifak, kendini beğenme, dünyalık peşinde koşma, herhangi bir şeyi Allâh’a eş tutma ve güç ve kudretini kendinden bilme gibi” tuzaklarından uzak kalırlar. Aksine güç ve kudretin Allâh’tan bir lütuf olduğunu ve bu amelleri yaratanın Allâh olduğunu, kendilerinin ise bunları ancak kesbettiklerini/kazandıkları bilirler. Böylece bu akide ile hidâyet sınırlannın dışına çıkmazlar.
Sonra bu emirleri yerine getirip amellerini yaptıktan sonra sahip oldukları mertebeye geri dönerler ve o makamda kalarak onu kalpleri ve sırlarıyla korurlar. Bazen de emanetçi kılındıktan sonra başka bir mertebeye taşındıkları ve her birine, bulunduklan hal içinde ayrı ayrı “Bundan böyle sen bizim yanımızda önemli bir mevki sahibisin ve ayrıca sen benim güvendiğim birisin”12 diye hitap edildiği de olur. Artık onlar bu mertebeye vasıl olduktan sonra özel bir izne gerek duymazlar. Çünkü kendi işleri konusunda yetkili kılınmış gibidirler. Hangi iş için her nereye giderlerse gitsinler Onun avucundadırlar. Nitekim Hz. Peygamberin, rabbinden naklettiği şu Hadis-i Kudsî de bunun doğruluğunu ortaya koymaktadır:

“Kulum, banafarzları eda etmeye denk olan başka hiçbir yolla yaklaşmamıştır. O bana nafilelerle yaklaşır. Onu sevdim mi kulağı, gözü, dili, eli, ayağı ve gönlü olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle düşünür ve benimle tutar. ”

Bu Hadis-i Kudsî’ye biz kitabın muhtelif konularında yer verdik. Çünkü o, bu makam konusunda en temel hadistir. O zaman o kulun kalbi Rabbinin sevgisi, nuru, ilmi ve marifeti ile dolar. Dolayısıyla ondan başka hiçbir şey geçerli olmaz.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Herkim tüm kalbiyle Allah ‘ı seven birine bakmak isterse EbûHuzeyfe’nin azadlısı Salim ‘e baksın. ”

Artık onun dışı Allâh’ın fiili ile tasarrufta bulunup hareket eder; içi ise ramamen Allâh ile doludur.

Hz. Mûsâ (a.s.) “Ya Rabbî! Seni nerede arayayım?” diye sorunca Allâh ona şöyle cevap vermiştir:

“Ey Mûsâ! Beni hangi ev içine alabilir ve hangi mekân benim ağırlığımı taşıyabilir? Ama benim nerede olduğumu bilmek istiyorsan söyleyeyim. Ben dünyayı terk edip ona veda eden ve kanaatkâr olan kulumun kalbindeyim. ”

Allah’ın bu sözündeki “terk eden” kişi bir çaba ile terk etmiştir; ama yine de geriye bir miktar kalmıştır. Sonra Rabbi ona ihsânda bulunmuş ve o da âdeta yaşarken ölerek her şeye veda etmiş ve kanaatkâr olmuş; artık Mevlâsı dışında hiçbir şeye dönüp bakmaz olmuştur. Peki Rabbinin ona ihsân ettiği bu şey nedir? Allâh (c.c.), kalıcı olması ve gereklerini yerine getirmesi şartıyla onu bulunduğu mertebeye yerleştirmiş, o da gerekli şarta eksiksiz bir şekilde uyarak ondan başka bir amel ve hareket talep etmeyince ve halini koruyunca Allâh onu bulunduğu makamdan bir süre kalmak üzere ceberût hükümranlığı makamına taşımıştır. O da yerleştiği yeni makamda nefsini tedavi edip ceberût yetkisi ile her türlü arzudan alıkoyunca ve nefsi tamamen kendisine boyun eğince Allâh, terbiyesinin tamamlanması için onu sultan hükümranlığına taşımış ve nefsindeki bütün şehvetlerin kaynağı olan bez erimiştir. Sonra Rabbi onu celâl hükümranlığına taşımış ve ona âdâbı öğretmiştir. Sonra Rabbi onu cemâl hükümranlığına taşımış ve onu anndırmıştır. Sonra azamet hükümranlığına naklederek onu temizlemiştir. Sonra bahâ hükümranlığına nakletmiş ve onu güzel kokulara bulamıştır. Sonra onu behcet hükümranlığına naklederek genişletmiş, sonra onu heybet hükümranlığına çağırarak terbiye etmiştir. Sonra rahmet hükümranlığına nakledip ona güç ve cesaret vermiştir. Sonra ferdiyet hükümranlığına naklederek onu tütsülemiştir.

Hasılı lütuf onu tatlandırır; şefkat, birleştirip himaye eder; sevgi, güçlendirir; şevk, yaklaştırır; meşîet ise onu Rabbine götürür. İzzet ve kerem sahibi olan Rabbi de onu evirip çevirerek zatına yaklaştırdıkça yaklaştırır, âdâb öğretir, sonra ona mühlet verir, sonra onunla münacât eder, sonra lütuf ve ihsânıyla ona engin bir genişlik verir (bast); sonra da daralttıkça daraltır (kabz).

Dolayısıyla o, bulunduğu her yerde ve zamanda Rabbine yaklaşır. Artık o, Rabbinin avucundadır, sırlarını emanet ettiği kimselerdendir. Bu konuma gelince bütün nitelikler tükenir ve söyleyecek hiçbir söz kalmaz. Bu nokta, akılların ve kalplerin varabileceği son noktadır, velîlerin hallerinin ulaşabileceği son sınırdır. Bunun ötesi nebî ve resullere özgüdür. Çünkü bir velînin varabileceği son nokta, bir peygamberin ancak yola başladığı noktadır. Allâh’m salâtı, rahmeti ve şefkati bütün peygamberler üzerine olsun.

Peygamberlikle velîlik arasındaki fark şudur: Peygamberlik, Allâh’tan çıkan bir söz (kelâm) ve vahiydir. Onu Rûh (Cebrâil) peygamberlere iletir. Bunun mutlak sûrette tasdiki gerekir ve reddeden kâfir olur. Çünkü Allâh’m kelamını reddetmiştir.

Velîlik ise Allâh’ın ilhâm yoluyla kendisiyle konuşmayı (hadîs) seçtiği kimselere özgüdür. Bu söz, Allâh’tan Hakk’ın dili üzere ve sekînetle birlikte ayrılır ve meczûbun kalbindeki sekînet onu karşılayarak kabul eder ve onda sükûnet bulur.

Hasılı kelâm peygamberlere; hadîs ise velîlere özgüdür. Kelâmı reddeden kâfir olur; çünkü o bu reddediş ile Allâh’ın kelâmını ve vahyini reddetmiş olur. Hadîsi/ilhâmı reddeden ise kâfir olmaz; ama şaşkın olur ve kalbi aradığını bir türlü bulamaz. Çünkü o, Allâh’ın sevdiği bir kuluna ilhâm ettiği sözünü reddetmiştir.