Kadın ile Erkeğin Eşitliği

By | 16 Nisan 2015

kadin-ile-erkegin-esitligi     Kadın-erkek eşitliği, yalnızca ahlâkî meseleler ve hukukun gerekleriyle sınırlı kalmıyor; toplumsal hayatta erkeğin faaliyet alanına giren her hususun, her işin kadınlar tarafından da yapılabileceği telkin ediliyordu. Eşitliğin bu şekilde tefsir edilmesi neticesinde kadın, yaratılışına uygun tabii ve fıtrî vazifelerini bir yana iterek gaflete düşmüş, tabii ve fıtrî kanunlann bağlayıcı hükümlerinden sıyrılmıştır. Bunun arkasından da birtakım süflî arzularına uygun düşen, mahiyeti belirsiz bir eşitlik fikrine bağlanmak suretiyle, insanlığın devamı için zorunlu olan vazifelerinden uzaklaşmıştır. Netice olarak, bürolarda ve fabrikalarda çalışmak, serbest ticaret ve iş hayatında erkeklerle boy ölçüşmek, spor meydanların¬da kendini göstererek alkış toplamak, eğlence hayatına dalmak, barlarda ve pavyonlarda, eğlence kulüplerinde, sahnelerde, danslı ve şarkılı toplantılarda vakit öldürmek… gibi bitmez tükenmez faaliyetler içinde kadın, kendi öz şahsiyetini eritmiş ve kaybetmiştir.
Şuna dikkat etmeniz gerekir ki, iş bu hâle gelince; evlilik ve aile yuvası, çocukların yetiştirilmesi, müşterek hayatın devamını sağlayıcı çalışmalar, evin tertip ve tanzimi gibi aile faaliyetleri geri kalır mı? Elbette bu mümkün değildir. Fakat ne oldu? Sonuçta kadının, kadın olarak yapması gerekenler, onun faaliyet sahası dışına atıldı. Toplumun temeli sayılan aile düzeni, Batı medeniyetinde öyle bir şekilde tahrip edildi ki, artık aile düzeninden bahsetmek mümkün değildir. Zira Avrupa ülkelerinde, modern çağlarda, hele zamanımızda aile müessesesi âdeta ortadan kalkmıştır.
Çünkü; nikâh ve boşanma hükümleri oyuncak haline getirilmiştir. Doğum kontrolü, çocuk düşürme ve çocuk aldırma gibi hususlar alabildiğine yaygınlanmıştır. Ahlâkî eşitlik, o kadar yanlış yorumlanmıştır ki, kadının ahlâksızlıkta da erkekle eşit olduğu fikrine varılmış. Bunun neticesinde de erkeklerin bile utanacağı ahlâksızca hareketler ortaya çıkmıştır. Günümüz modem kadınlan, ahlâksızca hareketlerden utanmayıp; bu tür hareketlerin, demokrasi, hürriyet ve çağdaşlık gereğinden olduğunu kabul etmektedirler.
Toplumda en sağlam adalet ölçüsü, insanlann haklanyla görevleri arasını eşitlemekle kurulabilir. Yoksa görevleri farklı farklı olan insanlann haklannı bir noktada tutmak, adaletle bağdaşmaz. Kadınlara verilen haklar ne olursa olsun, onları yaratılışlan ile uyumlu olmayan işlere ve görevlere zorlamak haksızlıktır. O halde gerçek eşitlik; herkesin, hak edip yaptığı görevleri nisbetinde birtakım haklara sahip olabilmesidir. Kişilerin sahip olduğu meziyetlerle görevler, bu görevlere karşılık elde ettiği haklar eşitlenmedikçe, cemiyetin düzeninden söz etmek mümkün değildir.
“Kadın ile erkek bütün hak ve görevlerde eşittir” yargısı, boş bir slogandan başka bir şey değildir.
Hem kişisel, hem de toplumsal hayatta sadece erkeklere mahsus olan birtakım kabiliyetler, işler, araçlar, alışkanlıklar, zevkler ve vasıflar olduğu gibi, aynı şekilde yalnızca kadınlara mahsus olan bazı haller, işler, kabiliyetler, zevkler ve vasıflar da vardır.
Yüzyıllardan bu yana, değişik medeniyetlerin ve çeşitli sosyal çevrelerin hiç birinde erkeklerle kadınların eşit olduğuna hükmedilmemiştir. Zaten «iki ayn cins birbirine eşittir» denilince, iki cins denmesi manasızdır. İki ayn cinsin eşit olması mümkün değildir. Ne erkekler birbiriyle eşittir, ne de kadınlar birbiriyle eşittir. Bu bakımdan, kadın ile erkeğin eşit olduğunu söylemek, geçerli bir fikir değildir.
Yani, her iki cins arası görevler, iki cins arasındaki farklılıklar göz önünde tutularak ayarlanmak zorundadır. İnsanlık ne kadar ilerlerse ilerlesin, şahıs ve toplumlann duygulan, düşünceleri, aklî melekeleri ve karakter özellikleri ne kadar genişlerse genişlesin, beşer dünyasında her türlü iş bölümü, söz konusu farklara göre ayarlanacağı gibi, haklan da ona göre belirlenir. Bu olmadıkça, toplumlarm karşılaştığı problemlerden kurtulması kesin olarak mümkün değildir.
Şu halde erkeklerin erkeklere mahsus işleri, kadınların da kadınlara mahsus görevleri sırtlanmaları gerekir.
Fertleri, erkek ve kadınıyla fabrikalarda, şirketlerde, pazar ve sokaklarda bir arada çalışan toplumlar; yaratılış dengesinden ve yörüngesinden çıkmış, genç kız ve erkekleri arasında istikrar unsurlarını kaybetmiş, beşeri bir enkaz görünümü veriyor insana. Zira, bir yandan gayret ve cehdini boşa harcarken, diğer yandan da çarşının, pazarın, fabrikanın, okulun, ailenin… kısacası tüm toplumun huzur ve düzenini ifsad etmektedir.
İşte bu yüzdendir ki kadınlar nesil yetiştirmekten aciz, toplumsa içine düştüğü buhrandan habersizdir. Çünkü sokak ve fabrika köşelerinde süründürülen kadınlar, geceleri uykulannı bölerek annelik görevlerini tam olarak yerine getirmekten yoksundurlar. Çalışan bir kadın, küçük yavrusunu beslemek, yetiştirmek ve eğitmek için vakit bulmak şöyle dursun, onu şefkatle emzirme ve bağrına basma fırsatı bile bulamamaktadır.
Kadın, İçtimaî mevkiinden habersizdir; düşündüğü tek şey erkeklerin sosyal statüsüne ulaşmak için onlann yaptığı işleri yapmaktır. Zira her köşede «kadın ile erkek eşittir» türünden, çarpık ve asılsız bir slogan yazılıdır. Kadınlar da bunu doğru sanmaktadır.
Gerçekte kadın, yaratılışına uygun ideali yerine getirmiş olsaydı, aile yönetimi ve nesil eğitimi ile büyük övünçlere sahip olurdu. Çünkü insanlığın geleceğini aydınlatan ve nesilden nesile çocuklarını yetiştiren yegâne hoca, kadındır.
Kadın kendi tabiatına dönmüş olsaydı, annelikte bulduğu meziyetleri iş hayatındaki amirliğine değişmezdi. Beşerî duygular arasında, iyi evlat yetiştirmek
ve evlilikteki huzur kadar içini doldurabilecek başka bir duygu yoktur.
Kadın şerefli bir mahlûktur. Yaratıcı kuvvet onu insan neslinin çoğalmasıyla vazifelendirmiştir. Vazifesi gayet ulvîdir. Erkek bu hususta onunla yarışmaya güç yetiremez. Zaten bu önemli görevi yerine getirmesi için Allah (cc), kadını muhtaç olduğu aza ile donatmış ve o azaları da tam bir güzellik ve intizam içinde yaratmıştır. Özellikle bu görevin gerektirdiği şeylere dikkatle bakıldığında görülür ki Allah (cc) kadını, yalnız onun için, o vazife için yaratmıştır. Bu sebepten kadının bünyesiyle erkeğin bünyesi arasındaki farklılık, bu iki cinsin aynı müsabaka meydanında bulunmalaı ı için yaratılmış olmadıklarını açıkça göstermektedir.
Kadının insanlık hayatında en önemli vazifesi, insan cinsini muhafaza ve onun devamını temin etmekten ibarettir. Bu vazife, doğum yapmayı, çocuğunu emzirmeyi ve terbiyesini gerektirir. Kadın, ne maddî, ne de manevî yapısı itibariyle erkekle asla yanşamaz, ne yaparsa yapsın ona yetişemez. Bununla birlikte, bundan hiçbir zaman Allah (cc)’ın kadını yaradılış bakımından bir aşağılığa mahkûm ettiği anlaşılmaz. Çünkü onun bu âlemde yerine getirmekle mükellef olduğu vazife, yaratılıştan kendine verilen tabii kuvvetlerden fazlasını gerektirmez. Dünyada Allah (cc) onun müdafaa silahını, erkekte olduğu gibi adale kuvvetinde yaratmamıştır.
Kadında bu manevî özelliklerin ortaya çıkması, onun, erkeğin hâkimiyetine bağlanmasına dayanır. Bunun için kadının, sırf kendi fayda ve iyiliği için, erkeğin himayesi altında bulunması gerekir. Zaten bu himayeyi kendi rızasıyla kabul etmeyecek olsa bile, sonra mecburen edecektir. Zira kadın haricî işlerin hangisinde olursa olsun, erkekle yarışmaya güç yetiremez. Çünkü bu dehşetli kavgadan galibiyetle çıkmak, her şeyden önce adale kuvvetini gerektirir.
Batılı düşünürler de kadının erkeğin işiyle uğraşmasını, kabul edilmesi mümkün olmayan bir toplumsal hastalık olarak kabul ederlerken, biz niçin o hastalığı zorla kendimize geçirelim de birtakım acılara katlanmaya mecbur olalım?
Erkeğin bazı noksanları vardır ki onlan ancak kadın tamamlar; aynı zamanda kadınların da birtakım eksiklikleri vardır ki onları da yalnız erkek tamamlar. Bu ise, iki cinsin birleşmesiyle mümkün olabilir.
Öyleyse, birbirine muhtaç olan, birleşip tek bir bütün teşkil etmek üzere ya¬ratılan iki cinsi birbirinden ayırmak ve üstelik birbirine rakip haline getirmek ve her ikisine de istiklâl vermek nasıl doğru olabilir?
Şunu da unutmamak gerekir ki, kadınların erkeklerle eşitliğini savunanlar, kadın tarafından erkeğe karşı gösterilen tevazu ve bağlılığı çirkin görüyorlar, bu hali bir esaret kabul ediyorlar da diğer taraftan erkeğin karısına bakmak için nasıl çalıştığını, onu korumak için nasıl gayret sarf ettiğini hiç düşünmüyorlar. Hâl¬buki karısı için erkeğin çekmekte olduğu sıkıntılar ve ruhî yorgunluklar ile kadının gösterdiği itaat karşılaştırılacak olursa, erkeğin kadına karşı olan esaretinin kadınınkinden daha fazla olduğu görülür.
Birbirlerine karşı ahlâklı davranmak sayesinde karı ile kocanın her biri diğerinin gözünde yükselir; o zaman birbirlerine karşı olan vazifeleri kendiliğinden ortaya çıkar. Neticede istiklâl denilen şey zihinlerden tamamen silinir. Çünkü kadın ve erkek, birbirini tamamlamak üzere yaratılmıştır ve bu iki varlık arasında böyle bir kelime kullanmak tamamıyla manasızdır.