Hûd Peygamberin Nesli

By | 4 Mart 2015

hud-peygamberin-nesliAd kavmine peygamber gelen Hûd, oğlu Faleg’in erginlik çağma geldiğini görüyordu. Babası onu karşısına aldı. Onunla andlaşarak:
— Ey oğul! dedi. Bana peygamberlik büyük atamız Nuh’dan geldi. En büyük atamız Adem’dir. Sen de iyi soydan, iyi bir kadınla evlen, sen de bundan sonra Resul sülâlesini sürdüreceksin. Adem babamızdan kalma bir sandık, bir emanet var bende. Onu bana babam emanet etmişti. Ben de onu sana ısmarlıyorum!

Faleg, babasının sözüne uyarak evlendi. Bir oğlu dünyaya geldi. Adını Ergu veya Ergua koydu. Muhammed Nuru şimdi bu çocuğun alnında panldamaya başlamıştı.

Ergua 32 yaşında iken bir oğlu dünyaya geldi. O da oğlunun adını Sarug koydu. Sarug büyüdü. Otuz yaşma geldiği zaman evlendi. Onun da bir oğlu dünyaya geldi. Adını Nahur koydu. Âdem’den gelen sandık şimdi ona teslim edilmiş bulunuyordu.
Nahur, 29 yaşındayken bir oğlu dünyaya geldi. Çocuğa Târih adını koydu. Nahur, daha birçok çocuklara sahip olduktan sonra 148 yaşında bu dünyaya gözlerini yumdu. Oğlu Târih’in bir adı da AzeFdi. Azer yetmiş yaşında iken bir çocuğu dünyaya geldi. O, alnında Resul Nuru parlayan bu oğluna İbrahim adını koydu.

İbrahim Âdem’in yaratılışından 3337 yıl, Tufan’dan ise 1263 yıl sonra doğmuştu. İsa’nın doğumundan ise tam 2122 yıl önce dünyaya gelmiş bulunuyordu.
İbrahim’in başka bir adı da Halil idi.
İşte İbrahim’in Nuh’tan sonra soyu şöyleydi:

Nuh oğlu, Sâm oğlu, Arfehşed oğlu, Salih oğlu, Abid oğlu, Hûd oğlu, Faleg (Hûd) oğlu, Ergua oğlu, Sarug oğlu, Nahur oğlu, Târih oğlu, İbrahim Halil…
Halil İbrahim, Fırat ile Dicle arasındaki bir yerde dünyaya gelmişti.
Halil İbrahim’in iki kardeşi daha vardı. Birisi Haran, birisi Nahor’du.

Haran, Keldanî’lerin Ur şehrinde dünyaya gelmişti. Çok yaşamadı. Babası Târih’in gözleri önünde dünyadan göçtü. Ondan Lût adında bir oğul geride kaldı.

İbrahim, dünyaya geldiği zaman Allah’ın Habibinin Resul Nuru, onun yüzünde yankılanmaya başlamıştı. Babası Azer, yâni Târih, çevresine bakındı. Bir de ne görsün: Nurdan iki sancak karşısında dikilmişti. Biri Maşrık’ta (Doğuda) birisi de Mağrip’te (Batıda) parıldıyordu.
Bu sancakların parıltısı öyle bir nurdu ki, yerden göğe kadar dimdik uzayıp gidiyordu.