Hafif Olan Riyâ Nedir?

By | 18 Temmuz 2015

hafif-olan-riya-nedirAllah’a kulluk ederken hem Allah’ın sevabını hem de kullan arzulamak, ikisini bir kalbte birleştirmektir. Bu ikisini birleştirmek riyanın hafif olanıdır. Amele şirk karıştırmak demektir. Çünkü birincisi insanları istemekte, Allah’ı istememektedir. İkincisi ise Allah için yaptığı ameline şirk karıştırmaktadır. Çünkü ikisinin de övgüsünü beklemektedir.

Hz. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadîste Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Allah, ‘Benim hiçbir ortağım olmaz. Kim yaptığı amele başkasının hoşnutluğunu karıştırırsa ben o amelden uzağım. Kimi karıştırmışsa o amel onun içindir’ diye ferman eder.” Bununla hem Allah’ın hem de kulların irâde edildiği bir riyâ çeşidi olduğu ortaya çıkmaktadır.

Tavus b. Keysan anlatıyor: Peygamber Efendimiz’e bir adam gelip, “Ya Resûlallah, kişi sadaka verir ve buna mukabil, övülmeyi karşılık olarak görmeyi arzularsa, durumu nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz, “Kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 18/110) ayeti nazil oluncaya kadar bir şey demedi.

Allah, hem halkın hem de Allah’ın övgüsünü isteyen şahsın sorusuna cevap olarak bu ayeti indirdi.

Mahmud b. Lebid de Peygamber Efendimiz’den şunu rivayet ediyor: “Sizin için korktuklarımın en korkuncu gizli şirktir.” “Gizli şirk nedir?” dediler.’’Riyâ” dedi ve devam etti: “Allah kıyamet günü onlara: ‘Dünyada yanlarına gittiğiniz kişilerin yanına gidin! Yanlarında bir karşılık bulabilir misiniz?’ der.”

Kasım b. Muheymere’den: Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Allah, içinde hardal tohumu kadar riyâ olan ameli kabul etmez.”
Hz. Ömer Hz. Muaz’ı ağlarken görünce, “Niye ağlıyorsun?” dedi. Hz. Muaz, Efendimizin ravzasını göstererek, “Bu ravza sahibinden duyduğum: ‘Riyânın en küçüğü bile şirktir.’ sözünden dolayı.” karşılığını verdi. Başka bir hadîste “Riyanın en azı şirktir.” buyuruluyor.

İbn Ebi Muğis, Said b. Museyyeb’e, “Birimiz iyilik yapar ve ona mukabil övülmeyi ve karşılık görmeyi ister?” deyince, “Sen amelinin boşa gitmesini mi istiyorsun?” diye sordu.’’Hayır” karşılığı alınca da, “Öyle ise Allah için yaptığın işi ihlâsla yap!” dedi.

Bir adam, Ubade b. Samit’e, “Ben kılıcımla Allah yolunda savaşıyorum. Bununla hem Allah’ın rızâsını hem de müminlerin övgüsünü diliyorum.” deyince Hz. Ubade, “Sana hiçbir şey yoktur.” karşılığını verdi. Adam üç defa aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Üçüncüsünde şu kudsi hadîsi de ekledi: “Ben ortaklara hiçbir ihtiyacı olmayanım. Bana ibadet edip bu ibadette başkasını karıştıranın ibadetinden payına düşeni bana ortak koşulana bırakırım. İhtiyacım yok!” Allah kendilerinden razı olduğu müminleri ise onların diliyle anlatıyor: “Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz. Dolayısıyla sizden ne bir karşılık ve ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (İnsan, 76/9) Allah’la birlikte kalbe başkasnı yerleştirmeyi reddediyorlar.

Dahhak, “Sakın, ‘Bu Allah ve sizin için.’ veya ‘Bu Allah ve akrabalık için.’ demeyin. Çünkü Allah’ın ortağı olmaz.” der.
Hz. Ömer bir adama, bir hatasından ötürü kırbaçla vurdu ve sonra “İstersen benden kısas alabilirsin.” dedi. Adam, “Hayır, Allah’ın hatırı ve senin hatırın için vazgeçiyorum.” dedi. Hz. Ömer “Benim için mi vazgeçiyorsun, yoksa Allah için mi bunu belirt!” deyince, adam, “Allah için” dedi. Hz. Ömer, “İşte şimdi oldu.” karşılığını verdi. Bu yazılanlar, riyânın büyüğünün, Allah’ın ibadetiyle kulların kast edilmesi; küçüğünün ise, Allah ve insanların beraber kastedilmesi olduğunu göstermektedir.”

Riya konusunda şu noktalara da değinmek gerekir: Başlangıçta herkesin riyaya düşebileceği, kulluk kapısından riya ile girileceği söylenir.
Fakat kulluk, riya ile devam etmez; kul, ihlâs yolunda mesafe kat’ ettikçe riyayı bırakır ve tam ihlâsa erdiğinde, artık onda riyanın eseri kalmaz.
Bir diğer zaviyeden, riyayı tanımadan, riyanın ne demek olduğunu anlamadan, insanın içine ihlâsı elde etme cehdi doğmaz. Kişi riya yapıyor da hiç farkında değilse, o zaman ihlâsa hiç ulaşamaz. Halbuki, riya ile ilgili yazılan ve söylenenlere baktığımızda, çoğu davranışlarımıza riyanın nasıl da sindiğini, ama bizim farkına varamadığımızı anlarız. İnsan, ihlâsa ulaşmak için uğraşırken riyayı tanır. Nasıl nefsin bilinmesi Allah marifetine ve Allah’ı tanımaya açılan bir kapıdır; Sokrates’in “kendini tanı” tenbihi, ehl-i tasavvufun, “Men arefe nefsehu fekad arafe Rabbehû (Nefsini bilen, Rabbini bilir)” şeklinde hadis diye rivayet ettikleri mübarek bir söz bu gerçeği ifade etmektedir; bunun gibi, insan da, ihlâsı yakalamaya çalışırken riyayı tanır, o kapıdan girer ve adım adım, kademe kademe ihlâsa ulaşır. İnsan, yaptığı şeyleri belki de başta sun’i olarak yapar; manâsını, muhtevasını ve derinliğini kavramadan, sırf emrin gereği olduğu için yapar. Hattâ bu hususta emr-i Nebevî bile vardır. Meselâ, Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), “Kur’ân okurken ağlayın; ağlayamazsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın.” buyurmaktadır. Çünkü bu ağlama, zamanla tabiat haline gelir ve artık o kimse, duyulup duygulanılması gerekli hususlar karşısında hissiz, duygusuz, alâkasız kalamaz. Demek oluyor ki, başlangıçta riya diye yorumlayabileceğimiz bazı tavırlar tabiî görülebilir, görülmelidir de; fakat insan, bilâhare, ister Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) Zât, sıfât ve esmâsı adına belli bir ma’rifet ufkuna ulaştığından olsun, isterse başka sebep ve mülâhazalarla olsun, artık kendini kontrol altına alır ve kapıda vize ibrazında bulunma sayılabilecek davranışları bütün bütün bırakır ve halisane tavırlara girer; girer ve artık o, bir ihlâs yolcusudur; hep arar, bulduğunu az görür yine arar; daha daha arar., bu şekilde hayatının sonuna kadar belki 50 ihlâs mertebesinden geçer ama, yine de “ihlâs” der, kıvranır. Zaman olur, o hale gelir ki, artık onun bütün duası ihlâstır; Allah’ım, ne olur ihlâs!” der; “İhlâs” der yatar, “ihlâs” der kalkar., öyle ki, daha başka çok önemli şeyler ister; ama arada yine ihlâs demezse, döner, yine “ihlâs” der. Nasıl gökkuşağının altından geçeyim diye yürüdükçe, koştukça o sizden uzaklaşır, aynen onun gibi, ihlâslı kulluk da işte böyle vaslına erilmez bir sevdadır, insanı arkasından koşturur durur.

Riyanın pek çok çeşidi olduğu gibi, riyaya sebep olan faktörler de çoktur: Gurur, kendini beğenme, kibir gibi hususlar bunlardandır. Kimi kibrinden dolayı müraîdir; kimi kendini iç beğenmeye kaptırmış, kendi düşüncelerinin, kendi büyüklük psikozlarının altında ezilmiştir; bu sebeple de riyaya düşmüştür. Bazısı kalemiyle, bazısı düşüncesiyle, bazısı çok kitap karıştırmasıyla, bazısı bibliyografyadan haberdar olmasıyla, bazısı çok kişi tanımakla… Kısacası herkes, bir sebeple riyaya girebilir. Tehlikenin büyüklüğü ise, şahıstan şahısa değişir. Bir insanda çok ciddî mal hırsı, kazanma hırsı vardır; onunla ve sebep olduğu riyakârlıkla tehlikeye düşer. Bazılarında ise, böyle bir hırs yoktur; bunlar, “Dünya nedir ki!” derler; ancak bakarsınız böylelerinde karşı cinse karşı bir za’f vardır. Kimisi korkaktır; o da kork-tuğunu göstermemek için riya yapar., ve karanlıkta türkü söyler.
Riyayı fark etmede bazı emarelerden söz edilebilir. Meselâ, bir insan vardır; diliyle, irfanıyla, konuşmasıyla, tavrıyla mütevazı görünür, fakat kendinden daha aşağı seviyedeki kimselerin yanında, bir de bakarsınız, hemen çalıma geçer. Demek ki o, gerçekten mütevazı değildir; kendinden yüksek birinin yanında yerlere kadar eğilmektedir. İşte bu da, ayrı bir firavunluktur. İhlâsın emaresi ise, mütegallibenin, zorbanın karşısında izzetli olmak, tabiri caizse, mağrur olmak; müminlere karşı da yüzü yerde bulunmak ve tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmektir. İhlâs, süklüm- püklüm durmak demek değildir; İhlâs, kalbin Allah ile irtibatıdır; bu da, kendini ancak gayb hali ile şehadet hali arasındaki muvafakatla, uygunlukla gösterir. Gece, hattâ yatakta bile ne ölçüde Allah ile birlikte iseniz; yatakta iken bile aklınıza geldiğinde ayaklarınızı toplayabiliyorsanız; yani gündüzünüz ve geceniz aynı ise, ihlâslı sayılabilirsiniz.

Günümüzde riya çok yaygındır. Belki de dünya yaratıldığı günden bu yana, çağımızda görüldüğü ölçüde mürailik olmamıştır. Çünkü, günümüzde riyaya sevk eden faktörler pek çoktur: Ödüller, plaketler, alkışlar, övgüler, yarışlar, maratonlar, millî gururlar, aidiyet gururları… O kadar ki Allah’ı hesaba katan yok gibi; her muvaffakiyet insana veriliyor ve insan, kendine ait olmayan bir sürü “mağsup (gasbedilmiş)” zaferle gurur duyuyor.
Aslında, her riyakâr fiil, her riyakâr söz bir yalandır. Hele bazı meslekler, bazı kesimler var ki, bunların her biri mücessem birer riya, mücessem birer yalan sayılabilir. İlâhî ihsanlar bile şahsî kabiliyetlerin bir buudu, bir uzantısı, bir lâzımı gibi takdim ediliyor. Allah, ihsan yağdırıyor; onlar ise, Allah’ın ihsanlarını Allah’a ulaşma adına kullanacaklarına, onları Allah ile aralarında perde yapıyorlar. Bir başka sahada, ikramlar, kerametler, keşifler, intak-ı bi’l-haklar, hiss-i kable’l-vukular.. daha neler neler., bunların hepsi Allah’tan. Fakat gel gör ki, nankör ve bencil insan, bütün bunları Allah’ı unutmaya vesile yapıyor. Oysa insan, en küçük bir nimetle bile, bir mevlevî gibi cezbeye kapılıp dönmeli, “Allah’ım Senden, Allah’ım Sen’den.” demelidir.