Dinimizde İlimin Yeri – 2

By | 20 Mayıs 2015

dinimizde-ilimin-yeri-2    Kişi, iki halet üzeredir. Uhdesine tevdi olunan vazifeyi, ya muhabbetle veya korku ile yapar. Hiç şüphe yoktur ki, muhabbetle yapılan herhangi bir iş, korku ile yapılandan daha üstün ve yücedir. Seven, sevdiğini hem sever, hem sayar, hem de itaat eder. Bunun için de, sevdiğini kırmaktan, incitmekten ve darıltmaktan çekinir. Kişi, sevdiğinin emrini seve seve, memnuniyet ve muhabbetle yerine getirir ve böylelikle ona olan aşk ve muhabbetini izhar etmiş olur. Kişi, sevdiğinin sevmediği ve men’ettiği şeyleri de, sevdiğini incitip kırabileceği mülâhazasıyle yapmaz ve bu gibi şeylerden kaçınır. Gösterdiğimiz misaller, aynı cinsten olan insanlar içindir. Ya, kişinin sevdiği Hak olursa? Düşünen kimseler için bu muhabbet ve korkunun ne demek olduğu aşikârdır.
Allahu teâlâyı en çok seven ve muhabbet eden ve ondan en fazla korkan şüphesiz Resûl aleyhissalâtü vesselâmdır. Hakka yakınlık, bunu ifade etmektedir. Hakkı, Hakkın istediği gibi bilen, O’nu seven ve O’ndan korkan yine Nebiyyi zişândır. Zira, sevmeğe lâyık ve korkmağa elyak Allah celle hazretleridir. Bu âlemde, her şeyin fâni olduğunu, her şeyin mahvü harap olacağını, ancak Allahu tealâ’nın bâki kalacağını en iyi bilen de, şüphesiz mefhar-i kâ’inat aleyhi efdal-üttahiyyat efendimizdir. Hakikat-i Muhammediyyeye bir nebze vakıf olanlar da, sevilmeğe, sayılmağa ve itaat olunmağa lâyık olanın ancak Allahu azim-üşşân olduğunu bilir, görür ve tadarlar.
Allahu sübhanehu ve tealâ, yarattığı bunca mahlûkat içinde insana verdiği değeri ve önemi, hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Görünen ve görünmeyen bütün âlemleri, gökleri ve göklerin içinde bulunan güneşi, ayı ve yıldızları, havayı, yerleri ve yerlerin altında ve üstünde bulunan gizli ve âşikâr bütün ni’metleri, denizleri ve denizlerin derinliklerinde bulunan her şeyi ancak ve yalnız insanoğlu için yaratmıştır. İnsanoğlunun kursağına bir lokma ekmeği indirmek için güneşi yaratmış, yağmurları yağdırmış, toprağı beşerin yaşamasına elverişli hale getirmiştir. İnsana verdiği vücut, el, ayak, göz, kulak, ağız, burun, ruh, his, akıl, düşünce, irade, kabiliyyet hiçbir mahlûka verilmemiştir, insanın nail olduğu bir çok nimetlere melekler dahi nail olamamışlardır. Hattâ, meleklerin bir kısmı dahi, insanoğluna hizmet için halk olunmuş, cennet ve cehennem insanoğlu için halk ve icat buyurulmuştur. Kâfirlerin ruhlarını kabzstmek için dahi melek gönderilmesi ve
bu ameliyyenin melekülmevt vasıtasıyle icra edilmesi ve kâfirlerin nâra yani cehenneme girmeleri de Allahu tealâ’nm insana verdiği önemi göstermektedir.
İnsanın, Allahu sübhanehu ve tealâ’dan geldiğini ve yine Ona rücû edeceğini, Kur’an-ı azim haber vermektedir:

înnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’un.

El-Bakara sûresi: 156
(Biz, Allahu tealâ’nın kullarıyız ve ancak O’na döneriz.)
Allah celle, insanı severek yaratmıştır. Bu sebeple, insanın da zât-ı ülûhiyyetini sevmesini ister. Buna binaen, Kur’an-ı hakimde:

Kul in küntüm tuhibbunallahe fettebi’urıiy yuhbıbkümullahü…
Âl-i-lmran sûresi: 31

(Yâ Muhammedi de ki: Eğer, siz Allahu Tealâ’yı se\i- yorsanız, hemen bana uyun ki, Alahu Tealâ da sizi sevsin..) buyurulmuştur.
Alahu tealâ’yı sevmek, O’nun Habibine tâbi olmakla mümkündür. Kulun, Onun sevgisini celbedebilmesi ise, ancak Habibinin yoluna sülük etmekle kabildir ki, âyet-i celile bu gerçeği vüzuhla ortaya koymaktadır. O’nun Habibine ittibâ da, ancak Habibinin sıfatına bürünen, onun kokusunu ve muhabbetini bize duyuran, onun haline vakıf olan, onun gittiği yoldan giden bir zata ittibâ şartıyle tahakkuk eder. Zira, Allahu tealâ ile kul arasında vasıta, peygamberlerdir. Herşey fâni olduğuna göre, elbette Nebi’ler de eceli (Ölümü) tadıcı- dır. Şu halde, Nebi’ler de ölümü tadıcı olduklarına göre, kula hakka giden ve hak rizasma ulaşan yolu kim gösterecektir? Bu vazife, Nebi’lere vâris olan, Nebil’erin sıfatlarına bürünen ve herbiri birer insan-ı kâmil olan MÜRŞÎD’lere düşmektedir:

Aleyküm bis-sünncti ve sünneti hulefâir-râşidiyn.

(Sünnetim üzere ve rüşt sahibi halifelerimin sünnetleri üzerine olunuz.)
Hadis-i şerifi buna delâlet etmektedir.
Resûl-ü zişâna halife olanlar iki sınıftır:
1) İmaret ve devlet sahibi olup aynı zamanda gönül sultanı elan Hz. EBA-BEKİR, ÖMER, OSMAN, ALİ, ÖMER İBN-İ ABDÜLAZİZ radiyallahu anhüm ecma’ıyn gibi olan zevat-ı âli-kadr.
2) İmaret ve devlet sahibi olmayıp, Resûl-ü zişânm hâlen ve kalen vârisi olan ve insanları hakkıyle Hakka ileten mürşitlerdir.
Kul ile Allahu tealâ arasında vasıtayı inkâr edenlerden bir kısmı cahilliklerinden, bir kısmı da hainliklerinden böyle bir iddiada bulunmaktadırlar. Bazıları da:
— Kul ile Allahu teâlâ arasında vasıta vardır amma, Nebi âhirete gidince, vasıta da kalmaz diyorlar. Netekim, Vehhabî’ler bu itikat üzeredirler.
Biz, onlara şöyle cevap verir ve deriz ki:
— Allahu tealâ ile kul arasında, kıyamete kadar insanları azdıracak, yoldan çıkaracak şeytanın varlığını kabul ediyorsunuz da, insanları hidayete götürecek, Peygamber-i zişâmn sıfatı ile sıfatlanmış, kula Muhammed neş’esini tattıracak, islâm yolunu gösterecek, iyi ile kötüyü, ak ile karayı, zulmetle nuru ayırd ettirecek, ahkâm-ı ilâhiyyeyi tefhim ve telkin eyleyecek, doğruluğa, iyiliğe, güzelliğe ve dürüst bir inanışa dâvet edecek, Allahu tealâ’nm kitabı ve Resûl-ü müctebâiıın sünneti ile bizzat âmil olduğu gibi, başkalarını da amel ettirecek âlimlerin ve velilerin mevcudiyetini nasıl inkâr edebiliyorsunuz? Şeytanı kabul edip, veliyullah’ı kabul etmemek akıl kârı mıdır?
Kaldı ki, Kur’an-ı azim-ül-bürhanda.

Vebtegu ilcyh-il vesiylete…
El-Mâ’ide sûresi: 35 (Ona yaklaşmaya vesile arayın…) buyurulmuştur.
Netekim, bir Hadis-i şerifte de:
El-ulemâ-ü verese’t-ül-enbiyâ

(Alimler, Nebi’lerin vârisleridirler.) buyurulmaktadır.
Şu kadar ki, Allahu tealâ ile kul arasındaki vasıta, Hristiyanların anladıkları mâ’nada olursa, böyle bir inancın bizde de elbette yeri yoktur. Bir kimseye cenneti satmak, bir diğerini aforoz ederek dinden koğmak, başka birini cehennemlik olarak ilân etmek veya herhangi bir kimsenin günahlarını affetmek gibi bâtıl, mesnedsiz ve yetersiz vasıtayı tabiatıyle biz sofiler de kabul etmeyiz.
Buna mukabil, bize Allahu tealâ’nm kitabından anladığını anlatacak, bizzat kendisi de anladığı ile amel edecek, bizi Allahu tealâ’ya götürecek, bize muhabbeti, tekvayı, meveddeti, sabrı, kanaati, itaati, mürüvveti, hilmi, zevk-i dini öğretecek her kişi Allah ile kullar arasında vasıtadır, Resûl-ü zişânın halifesidir ki, bu vasıflara sahip ve malik olan zevata ittibâ bize vâciptir ve bu kabil zevatı sevmek de her müminin boynunun borcudur.
İşte, bu vasıfları nefsinde cem eden zevata MÜRŞÎD denilir ve bu zevatın emirlerini tutan ve kendilerini onun mürakabesine terk ve teslim eden zata da MÜRÎD denir.
Mürşid, kitabullah ve sünnet-i Resûlullah ile âmil olur, yani Resûl aleyhisselâmm sözü ile söyler ve hali ile hallenir. Resûl-ü zişânın sözü ŞERİAT, hali ise TARİKAT’tir.
İmdi, evvelâ Resûl-ü zişânın sözünü işitip, onunla amel etmen şeriat hükümlerini yerine getirmen ve o işittiğinle âmil olman, yani Resûlün hali ile hallenmen ise tarikate girmendir. Mürşid, Resûlün halifesi olduğundan, sana önce Allah’ın kelâmını ve Resûlün sözünü tebliğ eder. Bu tebligat ŞERÎAT’tir. Şeriat ile hal alman da TARİKAT’tir.
Bu hali aldığında, şeytan sana vesvese vererek, seni helâk etmeğe çalışır. Meselâ, kalbine fitne1 sokarak seni gösterişe zorlar, sana seni beğendirmek, sana seni büyük göstermek ve başkalarını kötülemek zaafını telkin etmek ister, ki buna U’CUB derler. Gösterişe ise, RÎYA tabir olunur. Bu iki sıfat ile sıfatlanan sofunun, müridin, dervişin u’cub ve riyâ ile işlediği ibadet ise, terkederek işlemediği ibadetinin günahı, kabahatinden daha da büyüktür. Zira, riyâda yani gösterişte gizli şirk vardır. U’cub ise, şeytanî sıfattır. Netekim, şeytan kendisini Adem’den yüce görmüş ve: (Ben, Adem’den yükseğim. Onu topraktan yarattın, beni ise ateşten halk ettin. Sana secde ederim ama, Adem’e secde etmem…) dediğinden dolayı, rahmetten koğulmuştur.
Tıpkı bunun gibi; u’cuba düşen, kendisini diğer insanlardan üstün ve yüksek gören ve ibadetine güvenen mürit de rahmetten tard olunur ve aslâ feyiz bulamaz. İki cihanda yüzü kara, dünyada âleme ve şeytana maskara olur. Atalarımız ne güzel söylemişlerdir: (Cahilin sofusu, Şeytanın maskarasıdır.)
Müride düşen söz ve hal:
El arpa, biz saman;
El yahşi, biz yaman…
kaydına kendisini uydurmaktır. Kendisini, bütün mahlûkattan dûn ve aşağı görmektir. Bir kâfiri dahi gördüğünde:
— Bu kişiye iyman nasip olabilir. Benim ise, son nefeste halim nice olur, bilemiyorum. Ya iymammı kurtaramazsam, huzuru hakka nasıl ve ne yüzle varırım? diyerek, o kâfiri bile hakir görmemektir. Hakkın kudretini halkta müşahede ederek, her şeye hak nazarla bakmak, birine bakıp şükretmek, birine bakıp fikretmektir.
Kendisinden yaşlı birisini gördüğü zaman:
— Bu zât-ı şerif, benden yaşlıdır. Elbette, Hakka ibadeti de benden ziyadedir, diye saygı göstermek, kendisinden genç olanları görünce:
— Bunlar benden gençtir, elbette günahları da benden azdır, diye sevgi beslemektir.
Halbuki, hak mürşide tâbi olmayan kimseler, kendi kusur ve noksanlarını göremezler. Zira, karşılarında aynaları yoktur. Mürşidler, ayna gibidirler. Ayna, hal ile mürşid ise hem hal ve hem de kal ile, istidadına göre müridini bu gibi vartalardan halâs eder, selâmete çıkarır.
Mürşid, bir bakıma ihtisas sahibi bir doktor gibidir. Şu kadar ki, hekim olan doktorlar, tedaviye muhtaç olan insanın vücudundaki dahili veya harici illetlerine çare ve ilâç bulurlar. Mürşitler ise mâ’nevî hastalıklara müptelâ olan ve kendilerini bu mâ’nevî marazdan korumak ve kurtarmak isteyenlerin iç âlemlerindeki gizli dertlerini yine mâ’nevî reçete ve mualece ile tedavi ederler, gerek bu âlemde ve gerekse gelecek âlemde sultan olmak arzusunda bulunanlara da bu saltanatın yollarını gösterirler.
Nasıl ki, yarım doktor insanı tedavi edemez ve önünde sonunda helâkine sebep olursa, yarım mürşit de insanın mâ’nen helâkine sebep olur. Ancak, yarım dektor pek pek insanın fâni hayatına son verir ve onu bilgisizliği yüzünden öldürür. Yarım ve sahte mürşit ise, insanın dünya ve âhirette ebediyyen helâk olmasına sebep olur. Yarım doktor, kişinin yalnız dünya hayatını söndürür. Sahte mürşit ise, müridini kötü ve bâtıl itikatlara itmek ve dalâlet yollarına iletmekle,, hem dünyasını hem de âhiretini yıkar, harap eder.
Diğer taraftan, doktor ne derece hâzık olursa olsun, hasta onun tavsiyelerine uymadıkça hiçbir fayda göremeyeceği gibi, hak mürşidin tavsiye ve telkinlerine, verdiği evrâd ve ezkâra, emir ve nehiylere uymayan mürit de, mürşidinden istifade edemez. Eğer, tavsiyeleri tutar ve emirlere uyarsa, kısa zamanda feyz-i necat bulur, kalbi ve kalıbı safaya erer. Unutmamalıdır ki, Hak mürşitten el alan, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin elini tutmuştur. Zira; EL ELE, EL HARKADIR. Netekim, Hak mürşidin taht-ı mürakabesine giren kimse, Resûl aleyhissalâtü ves-selâmın taht-ı mürakabesine girmiştir.
Hak mürşidin elini tutmak ve tavsiyelerini tutmamak,, âkil olana yakışmaz. Gerçi, bir kimse Hak mürşidin elini tutsa ve tavsiyelerini tutmasa bile, el hak eli olduğu için yine de faydadan hâli değildir. Mademki o mübarek eli tutmuştur,, o mübarek elin sahibi ehl-i vefadır. Mürüvvet sahibi ve Resûl aleyhisselâma vâris olduğundan aynı şifadır. Hiç şüphe yoktur ki, elini tutana rahmet nazarı ile bakmıştır. O eli tutan, muhakkak âhiret saadetine ermiştir. Zira, şefaat haktır.

Netekim, bir Hadis-i şerifte:
(Ümmetimden bazı kimseler vardır ki, cemaat-i kesireye şefaat eder. Bazısı, bir kabileye şefaat eder. Bazısı, akraba ve taallûkatma şefaat eder. Bazısı, bir tek insana şefaat eder. Tâ ki, bunlar cennete girinceye kadar…) buyurulmuştur.
Peki! Kimdir bu şefaatçiler?
Mürşitler ve ümmeti şeriat caddesine sevkeden din erbabı, vasıtalar değil mi?
Abdullah bin Şakik’ten rivayet olunan bir diğer Hadis-i şerifte de:

(Ibliyâ mevkiinde, bazı kimselerle beraber bulunuyordum. Birisi dedi ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim, buyuruyorlardı ki ÜMMETİMDEN BİR İNSANIN ŞEFAATİ İLE TEMİM KABİLESİNDEN DAHA ÇOK KİMSELER CENNETE GİRECEKTİR. Kendilerine denildi ki: «Yâ Resûlullah! Bu kimse, senden başkası mı?» EVET, BENDEN BAŞKASI., buyurdular. Bu zat, kalkmca kim olduğunu sordum. İbn-i Ebil-Ced’a’dır dediler.)